Thursday, February 24, 2011

Mikrofonlarımız Merkezde




******

Yıl 1991.Günlerden Çarşamba..Okulda birbirinden sıkıcı bir ton ders gördükten sonra akşamüstüne doğru eve geliyorum.Her zamanki gibi ev ödevlerimi ihmal ediyorum ve çantamı bir yerlere fırlatıp sokağa top oynamaya çıkıyorum.Mahalledeki arkadaşlarımız ile aklımızda akşamki kupa maçı var.Kan ter içinde top peşinde koştururken kendimize futbolcu isimleri takıyoruz.Yerlilerden en çok tercih edilen isimler aslan yelesi saçlı Prekazi, Kral Tanju, İmparator Oğuz, Şifo Mehmet, Sarı Fırtına Metin ve Bombacı Hami oluyor.(Tuttuğumuz takıma göre değişiyor tabi)Mahalle maçlarında yabancı futbolculardan da en çok Van Basten, Gullit, Stoitchkov, Koeman, Papin, Saviçevic ve Romario'nun isimleri telaffuz ediliyor.Okul bahçelerinde, arabaların henüz o kadar işgal etmediği sokaklarda, boş arsalarda hiç durmaksızın futbol oynuyoruz.Sadece maç yapmakla yetinmiyoruz; Alman Kale, Japon Kale, 9 Aylık gibi futbolun garip varyasyonlarını da oynuyoruz..

Karanlık bastığında top oynamayı bırakıp akşam yemeğini yemek üzere evimize dönüyoruz.Televizyonda tek bir kanal, benim ve benim gibi futbol sevdalısı veletlerin içinde tek bir istek var: Bir an önce maç yayınının başlaması…

******

Çocukluğumun çarşamba günleri genellikle yukarıda anlattığım gibi geçerdi.Hafta içi oynanan Avrupa Kupası maçları hayatımızda çok büyük yer kaplardı.Her şeyden önce maç seçme lüksümüz yoktu.Televizyon (Yani TRT–1) hangi maçı verirse onu izlerdik…Bu dönem aynı zamanda Galatasaray'a en yoğun sevgiyle bağlandığım dönem olmuştur.Hayatımda Galatasaray’ın galip gelmesini bu dönemde istediğim kadar başka hiçbir dönemde istememişimdir.Özellikle Avrupa takımlarıyla oynadığımızda rakiplerin gol atmaması için dua ederdim.Maçları heyecan içinde, çoğu zaman ayakta dolanarak izler, gol atmamız için totemler denerdim.(Odanın içinde bir yerlerde zıplayıp durmak, tırnaklarımın altındaki etleri belirli periyotlarla yemek gibi)
O dönemler Avrupa’da sadece Galatasaray’ın değil diğer Türk takımlarının da başarılı olmalarını isterdim.Trabzon’un Liverpool gibi bir devi Dobi Hasan’ın absürd golüyle yenişini, Fransa’da Lyon’u şiir gibi bir oyunla 4-3 dize getirişini (Rövanşı da 4-1 alarak turu geçmişlerdi) keyifle ve gururla izlemiştim.Beşiktaş, Hollanda’da Ajax karşısında daha ilk dakikalarda Sarı Fırtına Metin’in attığı golle öne geçince nasıl da heyecanlanmıştım..(Gerçi İstanbul’daki rövanşı 4–0 kaybedip elenmişlerdi) Hatta Fenerbahçe’nin, o arkadaşlarımızla yılarca dalga geçmemize konu olacak 7–1'lik Sigma Olamouc deplasmanından önce İstanbul’daki maçta rakibini Aykut’un çatala taktığı penaltıyla yenmesine bile sevinmiştim..

Sadece bizim takımlarımızın maçlarını değil, Avrupa liglerinden ve kupalarından izleme fırsatı bulduğum bütün maçları heyecanla takip ederdim.Canlı yayın, banttan yayın ya da maç özetleri fark etmiyordu; futbol benim için en hayattaki en büyük zevkti.TRT 1‘de Salı akşamları yayınlanan Avrupa’dan Futbol hayatımın programıydı..En mutsuz olduğum zamanlar ise Çarşamba akşamları televizyonda geç saatlerde başlayan bir maç yayını varken babamın “Oğlum yarın okulun var.İlk yarı bitince yatıyorsun” deyip beni televizyonun başından postaladığı anlardı…

Maçları sadece televizyondan değil, radyodan da takip ederdik.Televizyondan maç yayını olmadığı zamanlarda TRT Radyo'yu açıp Orhan Ayhan, Abidin Aydoğdu, Hüseyin Başaran, Murat Ünlü gibi güzide spor spikerlerimizin seslerine kulak kabartırdık.Radyodan maç dinlerken topun oyun sahasının neresinde olduğunu anlamak pek mümkün olmadığı için bazen maç anlatılırken sanki Galatasaray her an gol yiyecekmiş gibi paronayakça hislere kapılırdım…Bazen spiker maçı anlatırken ses aniden kesilir, tok bir ses “Mikrofonlarımız ………’da “ derdi.Ardından bağlanılan yerdeki spiker heyecanlı heyecanlı gol haberini verir, golün nasıl olduğunu “Tugay’ın orta sahanın kendi yarı dilimine bakan çizgisinin hemen ilerisinden derinlemesine uzun gönderdiği topa defansın bir anlık gafletinden faydalanarak hareketlenen Büyük Hakan kaleciyle karşı karşıya kaldığı anda vuruşunu yaptı ve topu kaleci Bako’nun sağından filelerle buluşturdu” gibi cümlelerle aktarır, biz de golü kafamızda canlandırmaya çalışırdık..Radyodan yayınlanan maçlar, yayınlarda kullanılan klişe sözler (yandan autt, mikrofonlarımız merkezde, İzmir’den dakika ve skor alıyoruz…vb) hayatımda derin izler bırakmıştır..Konuyla ilgili müthiş bir yazı için

Yıllar geçtikçe Galatasaray’ın maçlarını takip etmeye devam etsem de Avrupa futbolunu izlemeye daha az zaman ayırır oldum.Elbette ki önemli turnuvaları (Şampiyonlar Ligi, Avrupa ve Dünya Kupaları…) kaçırmadım.Birçok keyifli maç izledim.1997’de o yıllarda ileri derecede sempati duyduğum Borussia Dortmund, Şampiyonlar Ligi Finali’nde yıldızlar topluluğu Juventus’u harika gollerle 3–1 yenip de şampiyon olduğunda sevinç çığlıkları atmıştım.1995’de bir başka Şampiyonlar Ligi final maçında Ajax, kendisinden çok daha güçlü bir kadroya sahip olan Milan’ı henüz bıyıkları terlememiş Kluviert’ın golüyle yendiğinde de çok sevinmiştim.(Sanırım güçsüz olanın güçlüyü yenmesi, hep aynı takımların şampiyon olması yerine değişik takımların da başarılar elde etmesi hoşuma gidiyor)..Türkiye’nin tarihinde ilk defa katıldığı 1996 İngiltere Avrupa Şampiyonası öncesinde oynadığı eleme maçları unutulmazdı.Kim Hakan Şükür’ün İsviçre’ye 30 metreden attığı aşırtmayı, Macaristan’a ensesiyle attığı golü, Takoz Recep’in İstanbul’daki İsviçre maçında tabanca menzili dışından orta yapma niyetiyle gönderdiği topun ağlara takılışını, aldığımız her galibiyetten sonra sokaklarda sabaha kadar kutlama yapan halkımızı ve gazetelerdeki “Şehir magandaları gene işbaşındaydı, kutlamalara yine kan bulaştı” tarzı haberleri unutabilir ki?

******

Sonuç itibariyle, insan zamanın akışı içinde sevdiği uğraşlardan kolay kolay kopamıyor ama yine de bu işlerin içinde ilk bulunmaya başladığı zamanlarda aldığı keyfi bir daha hiç alamıyor.Çocukken futbol benim için nefes almak gibi bir şeydi…Futbol dünyası, bu dünyadan ayrı büyülü kocaman bir evren gibiydi.O zamanların futbolcuları tapılası insanlardı..Televizyonda yayınlanan bütün maçlar mutlaka izlenmeliydi..Yıllar geçtikçe belki de akıllanıp gerçekleri görmeye başlamamın etkisiyle içimdeki futbol tutkusu azaldı.Keyif aldığım, hayranlık beslediğim futbolun doğasına aykırı bir çok olaya şahit oldum.Bunların en önemlisi futbolu paranın idare etmesiydi..Futbolcuların (yerli olanların) birçoğu karaktersiz , ahlaksız ve küfürbaz tipler olmalarına rağmen ülkenin standartlarının üzerinde bir tomar para kazanıyorlardı..Sözde taraftar grupları takımlarına destek oluyor gibi görünürken aslında rant peşinde koşuyorlardı..Abudik gubidik kulüp yöneticileri çıkıp takımlarının aciz durumlarını görmezden gelerek hakemleri, futbol federasyonunu ya da üçüncü kişileri suçlayan saçma sapan açıklamalar yapıyorlardı..Sahaların içinde, stadyumlarda, sokaklarda, televizyondaki futbol programlarında hatta maç izlenilen kahvehanelerde hep hoşgörüsüzlük, kavga ve şiddet vardı…Bu ve bunun gibi nedenler yüzünden futboldan uzaklaştım ama tamamen de kopamadım..

Geçenlerde Arsenal’ın şaşırtıcı biçimde geriden gelip Barcelona gibi son yıllarda olağanüstü iyi performans gösteren bir “Yenilmez armada”'yı 2–1 yendiği maçı izlerken içimden bu yazıyı yazmak geldi..Evet oyun tempoluydu, keyifliydi ama buna rağmen maçı izlerken eski yıllardaki maçlarda hissettiğim heyecanı yakalamam mümkün değildi..Çarşamba günleri geldiğinde televizyonda bir Şampiyonlar Ligi maçı varken “Aman boşver maçı, bir film koyup izlerim ya da müzik dinlerim bu akşam” diyebiliyorum artık ne yazık ki….