Sunday, April 20, 2014

Seksenler



80'li yıllara karşı duyulan özlem ve sevgiyi yüzümde masum bir gülümsemeyle hatırlarım. Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde bazen o yılların güzellikleri ve saflıkları muhabbet konusu olur. Bu kadar özlenen, son yıllarda hakkında televizyon dizileri bile çekilen bu zaman dilimi hakkında şu güne kadar okuduğum hiçbir yazı Oğuz Tektaş'ın kısa ve öz bir şekilde "Seksenler" adını verdiği kitabının son sayfalarında o yıllara ait genel bir değerlendirmede bulunduğu cümleleri kadar hoşuma gitmemişti. Yazardan alıntı yaparak burada paylaşıyorum:


"Her şeyden önce önemlisi şaşırabilme ihtimalinin olması güzeldi.

Kaybettiğimiz lezzetler bir yana kokuya hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi. Domates de kokardı, çilek de. Ekmeklerimiz elle üretilir, tadına doyulmazdı. Hele fırından alınan o mis kokulu ekmeklerin ucundan koparıp yolda yemek ne kadar güzeldi.

Sokaklarda oynamak, düşmek, üstümüz başımız pislense de dizlerimiz dirseklerimiz kan içinde de kalsa, alnımız şişse de ne olurdu ki! Ekmek çiğner, yapıştırırlar ya da bir kaşık koyarlardı üstüne şiş insin diye. Hemen röntgene gitmez, ultrason çektirmezdik.

Arkadaşımıza küfür de etsek kavga da çıksa aramızda bir şey olmaz, hemen aileler birbirine girmezdi. Nasıl olsa bir abi, amca ya da teyze barıştırırdı bizi.

Sokakta oynayan çocuklar kalmadı. Ruhu alındı sokakların. Hani okul gürültüsü vardır çocuklar pürneşe koşuşurlar da etraf şenlenir ya. Tatil olduğunda ise bir soğuk hava sezilir o boş koridorlara. Çünkü o koridorlar, sınıflar çocuklarla güzeldir. Aynı his şimdi evlerde, sokaklarda. Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok. Sokaklarımız var, bağırıp çağrışan çocuklar yok. Ruhsuz oldu her yanımız.

Işıldayan virtinler var, türlü çeşit yiyecek içecek maddeleri var. Ama bakkalların bir sakız bile hediye ettiği yok. Birbirimize yabancılaştık artık. O çok katlı apartmanlarımızda koca bir mahalle kadar nüfus var, birbirini tanıyan yok. Girip çıkan insanlar asansörde karşılaşsalar bir an önce inmek için dua ediyorlar. Yalnızlıklarımızla yaşar olduk. Biz mi istedik böyle olmasını? Yoksa birileri mi ele geçirdi kimliklerimizi..

Şimdi çocuklar şaşıramıyor. Her şey onlara normal geliyor. "Bu yaz seni uzaya göndereceğiz" diye şaka yapacak olsanız neredeyse: "Benim planım var, olmaz" diyecekler. Bu iyi değil, her şeyin sahibi olmak o kadar da güzel değil. Mutlu olamıyoruz böyle olunca. Hiçbir şeyin özlemini yaşayamıyoruz.

Hiçbir şeyi beğenemiyor çocuklar. Bir şeyleri olmasının hayalini kurmuyorlar da dertleri hep "Neden yok". Ellerinde olanın değil hep olmayanın derdindeler. Ve o şey ellerine geçtiğinde bir kıymeti kalmıyor. İki gün geçmeden yeni bir modeli çıkıyor.

O zamanlar belki de her şey daha basitti. İstekler daha sınırlıydı. Diyelim ki paranız var, o da işe yaramayabilirdi. Çünkü almak istediğiniz şeyi satan yoktu. Bir bisiklet alındığında dünyalar bizim olurdu. Bisiklet alınmasının haklı bir dayanağı olmalıydı. Mesela çok güzel bir karne getirmeliydiniz. Atari sahibi olmak da öyle kolay işlerden değildi. Biz işte bu ufacık şeylerle mutlu olmayı öğrenmiştik. Bu gibi malzeme sahibi olduğumuzda günlerce sokaklarda sohbeti olurdu. Şimdi ise herhangi bir çocuk neredeyse harçlıklarını biriktirip kendine bisiklet alabilir. Hem her yerde var hem de o zamanlara göre fiyatlara göre şimdiki fiyatlar çok ucuz. Bundan sonra Commodore 64 gibi basit bir aletten hangi çocuk mutlu olabilir? Sadece bellek kartı bile o zaman adına bilgisayar dediğimiz nesneden daha güçlü olan bir cep telefonuna sahip çocuk neyi beğenir? Neyle mutlu olabilir? Hepsinin dizüstü bilgisayarı var her sene yenilenen."


No comments: