Thursday, December 29, 2011

Time Chasing Time




Hayatta bazı günlerin aradan çıkmasını istersiniz.Yakın gelecekte önemli bir hedefiniz olmamasına rağmen zamanın akıp gitmesini dilersiniz.Önünüzdeki saatlerin neler getireceğine dair hiçbir tahmininiz yoktur ama yine de zamanın geçmesini, hayatınızda küçük de olsa bazı değişiklikler olmasını arzularsınız…Bugün de sanırım bunun gibi çabucak aradan çıkması gereken bir günü yaşıyorum.(En azından çabucak akşam olsa da işten çıksam diyorum.)Üstelik iki gün sonra yılbaşı olmasının bununla bir ilgisi yok.Belki yıl sonuna doğru azalan iş yükümün ve dün gece düzenlenen saçma yılbaşı kokteylinin alakası olabilir ama...Hafta içi alkollü, gürültülü bir organizasyona katıldığınızda sanki hafta sonuymuş gibi ertesi gün işe gitmenizin gerekmeyeceği hissine kapılıyorsunuz.Tabi ki sabah olup da paşa paşa işinize geldiğinizde işe yeniden adapte olma sürecinde sorunlar yaşanabiliyor.Sıkıcı bir gün...Akşam olsa da Mephisto’dan İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler ‘i alabilsem ve Ceren’le Mission Impossible - Ghost Protocol’u izleyebilsek..Cumartesi gelse de Cathedral – Forest of Equilibrium’u arşivime katabilsem ve Burak’la PES kapışsak..Sahi ya cumartesi yılbaşı..Pek heyecan duymuyorum sanırım bununla ilgili..Jameson Irish Whiskey’mi ve vanilyalı tütsümü alıp eve kapanabilirim yılbaşında.Ya da Alper’in evindeki“Ali İhsan Varol’la Doğru mu Yanlış Mı?” konulu yılbaşı etkinliğine katılabilirim…Her neyse..Reklam ve sıkılmışlık kokan bir yazı oldu bu da..

Monday, December 26, 2011

Treat - Coup De Grace (2010)




Son zamanlarda 80’ler çıkışlı birçok hard rock, melodic rock ve glam rock grubunun dağıldıktan uzun bir süre tekrar bir araya gelip o yıllarda icra ettikleri müziklerini günümüzün modern rock soundu ile birleştirdiklerine ve daha kaliteli produksiyonlarla geri dönüş albümleri yayınladıklarına şahit oluyoruz.Genellikle bu denemeler başarısızlıkla sonuçlandığı halde (Warrant, Quiet Riot ve Skid Row ilk aklıma gelen örnekler) bazen ortaya beklenmedik derecede iyi albümler çıkıyor.(Örneğin her ne kadar 80’ler çıkışlı bir grup olmasa da Whitesnake’in bu sene içinde çıkan Forevermore albümü, daha önce yaptıkları pek çok albümden daha kaliteliydi)

Ancak 1992 yılından itibaren ortalıkta görünmeyip sadece 2006’da Weapons of Choice adlı toplama bir albüm yayınlayan İsveçli Treat grubu, bu işi daha da ileriye götürüp son zamanlarda dinlediğim en başarılı AOR/Hard Rock çalışmalarından birine imza atmış.Grubun bu güne kadar dinlediğim tek albümü olan 1989 tarihli Organized Crime’ı seviyor olmama rağmen albümde akılda kalıcı parça bulma sıkıntısı çekiyordum.Coup De Grace’de ise dinledikten sonra kolay unutulabilecek şarkı yok gibi…Treat, bu albümde 80’lerin enerjik ve coşkulu havasını günümüzün rock çizgileriyle birleştirmiş ve ortaya hem modern rock dinleyicilerinin hem de old school tayfanın sıkılmadan dinleyebileceği bir albüm çıkmış.Vokalist Robert Ernlund kesinlikle çok başarılı, birçok şarkıyı tek başına uçuruyor.Hemen hemen her parçada sesinin muazzamlığına şahit oluyoruz.Vokalistin dinleyicide bazen coşku, bazen hüzün bazen de gizem hisleri uyandıran duru sesinin yanında Coup De Grace’de son zamanlarda duyduğun en nefis gitar rifflerinden bazıları yer alıyor.Gitar melodileri ile özellikle nakarat kısımlarındaki vokaller mükemmel biçimde harmanlanmış.(Roar, Skies of Mongolia ve I’m Not Runnin’ gibi parçalarda bu uyum yoğun biçimde hissediliyor) Solo gitarlar ise çok dikkat çekici olmasa da “tadında” denebilir.Albümdeki gitarlar ve vokal partisyonları sıklıkla klavye ile desteklenmiş ve klavyeler parçalara muntazam biçimde oturmuş.

Treat, Coup De Grace ile 80’lerde sesini duyurup ortadan kaybolan ve yıllar sonra re-union yapmaya karar veren herhangi bir rock grubunun sergileyebileceği maximum performansı sergilemiş.Albümdeki ilk 12 şarkıda (Ki zaten 14 şarkı yer alıyor) öyle ya da böyle akılda kalıcı birşeyler olduğunu söylesem çok mu abartmış olurum diye düşündüm bir an ama sanırım olmam.Şaşırtıcı derecede başarılı bir albüm…

Thursday, December 22, 2011

Pessimistic?




- Bu aralar sıklıkla düşünüyorum da ne kadar kendini bilmez, ölçüsüz, her yaptığımız işin bokunu çıkartan bir milletiz...Gereksiz insanlarla kurulan abartılı samimiyetler, gösteriş merakı, bulunulan mevki itibariyle kendini üstün ve ayrıcalıklı görmek, yiyip içmeyi abartmak falan hep Türk insanına mahsus şeyler..Sevdiğimiz herhangi bir şeyi (Buna insanlar da dahil) tanrılaştırmak veya yerin dibine sokmak konusunda da hiç tereddüt etmiyoruz..Sevgimizi ve nefretimizi etrafa kontrolsüz olarak yayıyoruz...

- İddia ediyorum, sabırsızlık hepimizin içine işlemiş bir illet.Bunun maalesef en belirgin ve acı örneklerini trafikte görüyoruz.Hergün yüzlerce trafik kazası oluyor, sayısız insan yaralanıyor ve ölüyor..Bunun en büyük sebebi insanlarımızın aceleciliği..Kimse kesinlikle beklemeye tahammül edemiyor..İnsanlar birkaç saniye kazanmak uğruna kendilerinin ve başkalarının hayatlarını tehlikeye atıyorlar.Yukarıdaki paragrafla bağlantılı olarak, trafikte bile akıl almaz bir bir boşvermişlik ve direksiyon başına geçince havalara girme, kendini yolda yürüyen yayalardan üstün görme hali içindeyiz..Herkes "Bana birşey olmaz" havasında..Sürücüler bomboş yolları paylaşamıyor, en olmayacak yerlerde ve zamanlarda kazalar oluyor.İnsanlar yaralanıyor..Ne için?Gideceğin yere on dakika erken varmak için..Peki değer mi?

- İçimde bu ülkede adalete güvenmenin mümkün olmadığına dair kuvvetli bir his var.Bilmiyorum herkes hissediyor mu bunu ama yargıya, yargının bağlı olduğu kurum ve kişilere inanmıyorum.Bütün bu sistemin içinde olan insanlar, başımızda resmen diktatörlük rejimini uygulayan bu hükümet tarafından oraya yerleştirilmiş gibi geliyor.Devletin başındaki insanların kafa yapıları, dünyayı algılama biçimleri, zihniyetleri, önem verdikleri değerler vb...hiçbiri benimkilerle örtüşmüyor.Hepsinin din, ahlak, milliyetçilik gibi kavramların arkalarına saklandıklarını ancak temelde hiçbir ahlaki meziyet taşımadıklarını, bulundukları statü ve sahip oldukları iktidar gücü sayesinde sadece kendileri gibi olanları kolladıklarını, kendileri gibi düşünmeyenlere de her türlü eziyeti yaptıklarını görüyorum..Utanmadan bir de "Bizim hakkımızda kanıtlanan bir yolsuzluk iddiası var mı?" diyip kendilerini savunabiliyorlar.Bizim ülkemizdeki gibi baştan aşağı yalan, yalakalık ve adam kayırma üzerine kurulu bir sistemde sistemin adamlarının karıştığı her türlü pis iş görmezden geliniyor.(Aslında bizim koyundan farksız ve her gün kendisini soyan insanlara teşekkür edip başımızda tutmaya devam eden halkımızın zaten birşey görmeye niyeti yok, görse de tepki koyacak kapasiteye sahip değil) Sonuç itibariyle bu ülkede hukukun uygulandığına dair bir inancım yok.Adaletin ırzına geçilmiş, herşey ama herşey menfaat uğruna yapılıyor...Ve bu pis heriflerin örgütlenmesi daha nereye kadar gidecek merak ediyorum..Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine Mümtazer Türköne diye Atatürkçülüğü bağnazlık olarak gören bir adam atanıyor.(Bu kişi zamanında Atatürk'e "Bu adam" diye hitap edebilen bir şahsiyet) Bilmiyorum..Hiçbirşey inandırıcı gelmiyor..Herkes satılmış sanki; herkesin maskelediği yüzünün altında iğrenç, ahlaksız, çıkarcı, bencil bir zihniyet var gibi geliyor...

- Bir de bu aralar bu ÖTV vergisine iyice takmış durumdayım.Sinir oluyorum..70 liraya satılan viskinin 45 lirasını devlete ödemek zorunda mıyız?Ya da 8 liraya satılan sigaranın 5 lirasını?Bir litre benzinin fiyatının normal şartlarda 1.5 lira olması gerekirken 4 liradan fazla olduğunun kaç kişi farkında?Nereye varacak bu işin sonu?Daha ne kadar tecavüz edecekler bu halka ve biz ne kadar süre tepki vermeyeceğiz?Düşünüyorum da biz gerçekten herşeyden bir çıkar sağlamaya çalışmak gibi iğrenç bir zihniyete sahip iğrenç bir toplumuz..Binlerce insanın öldüğü 1999 İzmit Depreminden sonra depremzedelere yardım amacıyla bu ÖTV vergisi getirilmişti.Bu kadar insanın ölümüne yol açan bir afetin ardından bile kendilerine gelir sağlamak ve sözde cari açığı kapatmak için halkı soymaya devam ediyorlar..Nerede beleşçilik, nerede fırsat kollama, nerede birilerini ezerek haksız kazanç sağalama varsa Türk insanı orada..Nefret ediyorum...

Thursday, February 24, 2011

Mikrofonlarımız Merkezde




******

Yıl 1991.Günlerden Çarşamba..Okulda birbirinden sıkıcı bir ton ders gördükten sonra akşamüstüne doğru eve geliyorum.Her zamanki gibi ev ödevlerimi ihmal ediyorum ve çantamı bir yerlere fırlatıp sokağa top oynamaya çıkıyorum.Mahalledeki arkadaşlarımız ile aklımızda akşamki kupa maçı var.Kan ter içinde top peşinde koştururken kendimize futbolcu isimleri takıyoruz.Yerlilerden en çok tercih edilen isimler aslan yelesi saçlı Prekazi, Kral Tanju, İmparator Oğuz, Şifo Mehmet, Sarı Fırtına Metin ve Bombacı Hami oluyor.(Tuttuğumuz takıma göre değişiyor tabi)Mahalle maçlarında yabancı futbolculardan da en çok Van Basten, Gullit, Stoitchkov, Koeman, Papin, Saviçevic ve Romario'nun isimleri telaffuz ediliyor.Okul bahçelerinde, arabaların henüz o kadar işgal etmediği sokaklarda, boş arsalarda hiç durmaksızın futbol oynuyoruz.Sadece maç yapmakla yetinmiyoruz; Alman Kale, Japon Kale, 9 Aylık gibi futbolun garip varyasyonlarını da oynuyoruz..

Karanlık bastığında top oynamayı bırakıp akşam yemeğini yemek üzere evimize dönüyoruz.Televizyonda tek bir kanal, benim ve benim gibi futbol sevdalısı veletlerin içinde tek bir istek var: Bir an önce maç yayınının başlaması…

******

Çocukluğumun çarşamba günleri genellikle yukarıda anlattığım gibi geçerdi.Hafta içi oynanan Avrupa Kupası maçları hayatımızda çok büyük yer kaplardı.Her şeyden önce maç seçme lüksümüz yoktu.Televizyon (Yani TRT–1) hangi maçı verirse onu izlerdik…Bu dönem aynı zamanda Galatasaray'a en yoğun sevgiyle bağlandığım dönem olmuştur.Hayatımda Galatasaray’ın galip gelmesini bu dönemde istediğim kadar başka hiçbir dönemde istememişimdir.Özellikle Avrupa takımlarıyla oynadığımızda rakiplerin gol atmaması için dua ederdim.Maçları heyecan içinde, çoğu zaman ayakta dolanarak izler, gol atmamız için totemler denerdim.(Odanın içinde bir yerlerde zıplayıp durmak, tırnaklarımın altındaki etleri belirli periyotlarla yemek gibi)
O dönemler Avrupa’da sadece Galatasaray’ın değil diğer Türk takımlarının da başarılı olmalarını isterdim.Trabzon’un Liverpool gibi bir devi Dobi Hasan’ın absürd golüyle yenişini, Fransa’da Lyon’u şiir gibi bir oyunla 4-3 dize getirişini (Rövanşı da 4-1 alarak turu geçmişlerdi) keyifle ve gururla izlemiştim.Beşiktaş, Hollanda’da Ajax karşısında daha ilk dakikalarda Sarı Fırtına Metin’in attığı golle öne geçince nasıl da heyecanlanmıştım..(Gerçi İstanbul’daki rövanşı 4–0 kaybedip elenmişlerdi) Hatta Fenerbahçe’nin, o arkadaşlarımızla yılarca dalga geçmemize konu olacak 7–1'lik Sigma Olamouc deplasmanından önce İstanbul’daki maçta rakibini Aykut’un çatala taktığı penaltıyla yenmesine bile sevinmiştim..

Sadece bizim takımlarımızın maçlarını değil, Avrupa liglerinden ve kupalarından izleme fırsatı bulduğum bütün maçları heyecanla takip ederdim.Canlı yayın, banttan yayın ya da maç özetleri fark etmiyordu; futbol benim için en hayattaki en büyük zevkti.TRT 1‘de Salı akşamları yayınlanan Avrupa’dan Futbol hayatımın programıydı..En mutsuz olduğum zamanlar ise Çarşamba akşamları televizyonda geç saatlerde başlayan bir maç yayını varken babamın “Oğlum yarın okulun var.İlk yarı bitince yatıyorsun” deyip beni televizyonun başından postaladığı anlardı…

Maçları sadece televizyondan değil, radyodan da takip ederdik.Televizyondan maç yayını olmadığı zamanlarda TRT Radyo'yu açıp Orhan Ayhan, Abidin Aydoğdu, Hüseyin Başaran, Murat Ünlü gibi güzide spor spikerlerimizin seslerine kulak kabartırdık.Radyodan maç dinlerken topun oyun sahasının neresinde olduğunu anlamak pek mümkün olmadığı için bazen maç anlatılırken sanki Galatasaray her an gol yiyecekmiş gibi paronayakça hislere kapılırdım…Bazen spiker maçı anlatırken ses aniden kesilir, tok bir ses “Mikrofonlarımız ………’da “ derdi.Ardından bağlanılan yerdeki spiker heyecanlı heyecanlı gol haberini verir, golün nasıl olduğunu “Tugay’ın orta sahanın kendi yarı dilimine bakan çizgisinin hemen ilerisinden derinlemesine uzun gönderdiği topa defansın bir anlık gafletinden faydalanarak hareketlenen Büyük Hakan kaleciyle karşı karşıya kaldığı anda vuruşunu yaptı ve topu kaleci Bako’nun sağından filelerle buluşturdu” gibi cümlelerle aktarır, biz de golü kafamızda canlandırmaya çalışırdık..Radyodan yayınlanan maçlar, yayınlarda kullanılan klişe sözler (yandan autt, mikrofonlarımız merkezde, İzmir’den dakika ve skor alıyoruz…vb) hayatımda derin izler bırakmıştır..Konuyla ilgili müthiş bir yazı için

Yıllar geçtikçe Galatasaray’ın maçlarını takip etmeye devam etsem de Avrupa futbolunu izlemeye daha az zaman ayırır oldum.Elbette ki önemli turnuvaları (Şampiyonlar Ligi, Avrupa ve Dünya Kupaları…) kaçırmadım.Birçok keyifli maç izledim.1997’de o yıllarda ileri derecede sempati duyduğum Borussia Dortmund, Şampiyonlar Ligi Finali’nde yıldızlar topluluğu Juventus’u harika gollerle 3–1 yenip de şampiyon olduğunda sevinç çığlıkları atmıştım.1995’de bir başka Şampiyonlar Ligi final maçında Ajax, kendisinden çok daha güçlü bir kadroya sahip olan Milan’ı henüz bıyıkları terlememiş Kluviert’ın golüyle yendiğinde de çok sevinmiştim.(Sanırım güçsüz olanın güçlüyü yenmesi, hep aynı takımların şampiyon olması yerine değişik takımların da başarılar elde etmesi hoşuma gidiyor)..Türkiye’nin tarihinde ilk defa katıldığı 1996 İngiltere Avrupa Şampiyonası öncesinde oynadığı eleme maçları unutulmazdı.Kim Hakan Şükür’ün İsviçre’ye 30 metreden attığı aşırtmayı, Macaristan’a ensesiyle attığı golü, Takoz Recep’in İstanbul’daki İsviçre maçında tabanca menzili dışından orta yapma niyetiyle gönderdiği topun ağlara takılışını, aldığımız her galibiyetten sonra sokaklarda sabaha kadar kutlama yapan halkımızı ve gazetelerdeki “Şehir magandaları gene işbaşındaydı, kutlamalara yine kan bulaştı” tarzı haberleri unutabilir ki?

******

Sonuç itibariyle, insan zamanın akışı içinde sevdiği uğraşlardan kolay kolay kopamıyor ama yine de bu işlerin içinde ilk bulunmaya başladığı zamanlarda aldığı keyfi bir daha hiç alamıyor.Çocukken futbol benim için nefes almak gibi bir şeydi…Futbol dünyası, bu dünyadan ayrı büyülü kocaman bir evren gibiydi.O zamanların futbolcuları tapılası insanlardı..Televizyonda yayınlanan bütün maçlar mutlaka izlenmeliydi..Yıllar geçtikçe belki de akıllanıp gerçekleri görmeye başlamamın etkisiyle içimdeki futbol tutkusu azaldı.Keyif aldığım, hayranlık beslediğim futbolun doğasına aykırı bir çok olaya şahit oldum.Bunların en önemlisi futbolu paranın idare etmesiydi..Futbolcuların (yerli olanların) birçoğu karaktersiz , ahlaksız ve küfürbaz tipler olmalarına rağmen ülkenin standartlarının üzerinde bir tomar para kazanıyorlardı..Sözde taraftar grupları takımlarına destek oluyor gibi görünürken aslında rant peşinde koşuyorlardı..Abudik gubidik kulüp yöneticileri çıkıp takımlarının aciz durumlarını görmezden gelerek hakemleri, futbol federasyonunu ya da üçüncü kişileri suçlayan saçma sapan açıklamalar yapıyorlardı..Sahaların içinde, stadyumlarda, sokaklarda, televizyondaki futbol programlarında hatta maç izlenilen kahvehanelerde hep hoşgörüsüzlük, kavga ve şiddet vardı…Bu ve bunun gibi nedenler yüzünden futboldan uzaklaştım ama tamamen de kopamadım..

Geçenlerde Arsenal’ın şaşırtıcı biçimde geriden gelip Barcelona gibi son yıllarda olağanüstü iyi performans gösteren bir “Yenilmez armada”'yı 2–1 yendiği maçı izlerken içimden bu yazıyı yazmak geldi..Evet oyun tempoluydu, keyifliydi ama buna rağmen maçı izlerken eski yıllardaki maçlarda hissettiğim heyecanı yakalamam mümkün değildi..Çarşamba günleri geldiğinde televizyonda bir Şampiyonlar Ligi maçı varken “Aman boşver maçı, bir film koyup izlerim ya da müzik dinlerim bu akşam” diyebiliyorum artık ne yazık ki….

Friday, January 07, 2011

Distinct Signs of Corruption



Geçenlerde Hürriyet gazetesinde okuduğum iki haber bu ülkenin nereye doğru gittiğini gösteren muazzam örnekler bence..İlk haber bu hükümetin bizi nasıl enayi yerine koyduğunu, çalışanların maaş zamlarını düşük tutmak için nasıl bir tezgah kurduğunu gösteriyor..İkincisi ise gerçekten tüylerimizi ürpertiyor, varlığı zaten tartışılan adalet sisteminin tamamen yok olmaya gittiğine işaret ediyor...Bu blogu açtığımdan bu yana siyasal konulara, toplumsal çarpıklıklara yer verme ihtiyacı hissetmemiştim ama son iki postum gösteriyor ki sanırım bu aralar bizi yönetenler yüzünden çıldırmak üzereyim!


HABER 1 (Enflasyon Zammı)


" Enflasyon düşük geldi, memur zammı yüzde 0.21

Aralık ayında tüketici enflasyonu yüzde 0.3 düşerken, üretici enflasyonu yüzde 1.31 oranında arttı. Memur ve emeklilere sadece yüzde 0.21 enflasyon zammı gelecek.

Merkez Bankası, bugün açıklanan rakamlarla yıllık enflasyon hedefini tutturmuş oldu.

Son 1 yıllık dönemde haberleşme alanında yüzde 3,22, eğlence kültürde ise yüzde 2,32 fiyat düşüşü oldu.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, “Enflasyon rakamı ülkemiz için hayırlı olsun, hedefin altında gerçekleşti” dedi. Babacan, “2010, büyümede hedefin üzerine çıkılan, enflasyonda hedefin altında kalınan bir yıl oldu. İkisini bir arada elde etmek dünya ekonomi literatürüne geçen bir vaka olacaktır” dedi. "



Bu nasıl bir komedidir allahaşkına?Haberde geçen rakamlar kocaman bir yalandan ibaret..Herşeyden önce Türkiye İstatistik Kurumu'nun açıklamış olduğu oranlara güvenebilmek ne ölçüde mümkündür? İstatistik Kurumu'nu gözümde devletin amaçlarına hizmet eden ve içinde devletin zihniyetini taşıyan personelin çalıştığı bir kurum olarak canlandırıyorum..Bu şartlar altında bu açıklanan enflasyon oranları, devletin çalışana yüksek zam vermemek için kurduğu oyunların bir sonucudur, başka birşey değil..Bu arada enflasyon oranınının hesaplanmasında hangi ürünlerin değerlendirilmeye alınıp hangilerinin alınmadığı da ayrı bir mizah konusu..Örneğin flüt, pinpon topu, masaj cihazı, şemsiye gibi aletler enflasyonun hesaplanmasında belirleyici olurken temel ihtiyaçlarımızdan ekmek, yağ, şeker, kırmızı et değerlendirilmeye alınmıyor...

Haberleşme alanında yüzde 3'lük bir enflasyon düşüşü olduğu söyleniyor.Nasıl mümkün olabilir ki bu?Cep telefonu ve internet için ödediğimiz vergiler hala yüksek.(Internet için en yüksek ücreti ödeyen ülkelerden biriyiz)Dünyada iletişim çağı yaşanırken "Özel iletişim vergisi" adı altında saçma sapan bir vergi ödüyoruz..Merak ettiğim şey acaba bizim varlığından haberdar olmadığımız haberleşme araçları mı var ve haberde bahsedilen fiyat düşüşü bunlarda mı yaşandı?

Eğlence - kültürde yüzde 2'lik fiyat düşüşü de hiç inandırıcı gelmiyor bana...

Neyse, gelsin yüzde 2'lik 3'lük zamlar..Buna da şükredelim değil mi!



HABER 2 (Hizbullah)


"Hizbullah üyeleri tahliye oldu

DİYARBAKIR D Tipi Cezaevi'nde Hizbullah terör örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklu bulunan, aralarında örgütün askeri kanat sorumlusu Cemal Tutar ile şura üyesi Edip Gümüş'ün de bulunduğu 10 sanık, tutukluluk sürelerini kısaltan CMK'nın 102'nci maddesinin yürürlüğe girmesinin ardından Yargıtay kararıyla tahliye edildi.

Kamyonet kasasına çıkarak kendisini bekleyenlere seslenen Hizbullah'ın şura üyesi Edip Gümüş, “Yüce Allah'a selam, Paygembere selam. Kıyamete kadar gidenlerin üstünde olsun. Allah'a dayandık. O'na inandık ve O'na döneceğiz. Hepiniz çok hoşgeldiniz. Mevlam hepinizden razı olsun. Cenab-ı Allah sizin sevginizi öbür dünyada da karşılıksız bırakmayacak. Ahirette de karşılıksız bırakmayacak. Allah-u Teala cennete de bizleri karşı karşıya getirecek. Sizi meşgul etmeyeyim. Yarından itibaren bütün kardeşlerle buluşma şansımız olacak” dedi.

Diyarbakır'da 10 yıldır süren 34 sanıklı Hizbullah Ana Davası geçtiğimiz yıl karara bağlanmıştı. Diyarbakır 6'ncı Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan ve 198 silahlı eylemi gerçekleştirdikleri, yazar Konca Kuriş'in öldürülmesi de dahil çoğu domuz bağı ile işlenmiş 156 cinayet, 80 yaralama olaylarından sorumlu olan, aralarında örgütün askeri kanat sorumlusu Cemal Tutar ile şura üyesi Edip Gümüş'ün de bulunduğu 16 sanığı müebbet hapis cezasına çarptırmıştı. Sanıklardan biri cezaevinde yaşamını yitirirken, mahkeme, 11 sanığı ise, ‘terör örgütü üyeliği' gerekçesiyle 1 ile 14 yıl arasında değişen hapis cezalarıyla cezalandırmış, 7 sanığı da tutuklu kaldıkları süreyi göz önüne alarak tahliye etmişti. "



Bu haberi okuduktan sonra birkaç saniye kilitlendim.Dehşet içinde önümdeki ekrana bakakaldım.Verdiğim ilk tepki "Bitmiş bu ülke arkadaş! oldu.Bitmiş gerçekten, ya da bitmek üzere bilemiyorum...Emniyetimizi sağlamaktan sorumlu devletimiz azılı katilleri aramıza salarak toplumda zaten yok olmak noktasına gelmiş güven hissini tamamen öldürme yolunda bir adım daha atıyor.Bu gözü dönmüş mahluklar serbestçe aramızda gezerken sokakta attığımız her adımda "Acaba başımıza birşey gelir mi?" diye endişelenmemek mümkün müdür?Koskaca on sene içinde bu katillerin cezaları nasıl onaylanmaz ,nasıl bir karara bağlanılmaz?Ülkedeki adalet sistemi ne için vardır, Yargıtay ne iş yapar?Bir de okuduğum başka bir haberde davadan sorumlu bir beyimizin "Bu adamlar ile ilgili dosya sayısı o kadar fazla ki ekstra çalışmamıza rağmen yoğunluktan yetiştiremedik o yüzden tahliye etmek zorunda kaldık" tarzında bir açıklaması vardı ki akıllara ziyan hakikaten...Ayrıca bütün bunlar olurken de askerlerimizin düzmece sebeplerden dolayı hala gözaltında tutulması hatta haklarında "Gözaltı süreleri on yıla kadar uzayabilir" yorumları yapılması fena halde ironik değil midir?