Sunday, December 30, 2012

The Years of Decay



2012'yi de geride bırakmışız..Şu yukarıda yer alan resim iş hayatımdaki vaziyeti hemen hemen özetliyor..Bu arada beyaz yakalılar demişken, 2012 yılında hep hayalini kurduğum doğum günü organizasyon davetini facebook üzerinden göndermiş oldum:



Her zamanki gibi inişli çıkışlı bir yıl oldu.Özellikle yaz ayları şu yıla kadar yaşamadığım kadar sıkıntılı geçti..İnsanlar geldi, insanlar gitti..Herkes birşeyler söyledi, söylenenler unutuldu..Eski yaşanmışlıkların unutulmaması için yeni yılda daha fazla yazmalıyım..Dedikleri gibi "Söz uçar, yazı kalır"


self sacrifice, everynight
and together we paid a price in blood
that spilled out through the years
and another day passes away
look to the black, drawn farther back
look to each day, see the decay
times i've had, good and bad
win or lose, this is what I choose...

The years of decay
The years of decay

The Breakfast Club (1985)

John Hughes'un yönetmenliğini yaptığı film, birbirlerini hiç tanımayan beş lise öğrencisinin farklı sebeplerden dolayı bir Cumartesi günü okula gelme cezası almalarıyla başlar. Cezayı veren kıl öğretmen Mr.Vernon tarafından sabahtan akşama kadar sınıfta oturmak ve "Kim olduğunuzu düşünüyorsunuz?" başlıklı bir makale yazmak zorunda bırakılmışlardır. İlk başta cezalı beş gencin hiçbir ortak noktaları yok gibi görünmektedir. Ancak kısa bir süre sonra hepsinin aileleriyle çeşitli sorunlar yaşamakta olduğu ortaya çıkar. Judd Nelson'un canlandırdığı John Bender karakteri, gruptaki en haşarı tip olarak dikkat çeker.(Sonradan lakabı "Suçlu" olarak belirlenecektir). Sınıfa adım attığı andan itibaren diğer çocuklara sataşmaya başlar. Arıza, korkutucu, ancak aynı zamanda komik bir tiptir. Kısa sürede Mr.Vernon ile kapışarak birkaç hafta sonu cezası daha alır. Kendisine sonradan "Sporcu" denilecek Andrew Clark ile (Emilio Estevez) ile de takışır. Sebebi "Prenses" takma adını alacak olan Claire Standish'e (Molly Ringwald) cinsellik içerikli şakalar yaparken fazla ileri gitmesi ve Andrew'un sabrını taşırmasıdır. Bu arada "Çöp Tenekesi" Allison Reynolds (Ally Sheedy), beşlinin içindeki en garip karakter olarak dikkat çekmektedir. Kimseyle konuşmaz, kimsenin kendisiyle konuşmasına izin vermez, acayip yiyecekler yer.. "Beyin" Brian Johnson (Anthony Michael Hall) ise diğerlerinin aksine not ortalaması yüksek bir öğrencidir. Ancak ebeveynlerinin kendisinden sürekli başarı beklemelerinden bunalmış durumdadır. Saatler ilerledikçe gençler birbirlerini daha iyi tanımaya başlarlar. Hepsinin ortak noktasının ev hayatlarının tatmin edici olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Bu da birbirlerine yakınlaşmalarını sağlar. Ancak yine de birbirlerine herşeyi anlatamazlar. Bu arada Bender, yanında taşıdığı esrarı diğerlerine ikram eder. Böylece duvarlar yıkılır. Birbirlerine karşı daha açık olmaya başlarlar. Konuşmalar esnasında çocukların anne-babalarının onları nasıl korkuttukları, onları ne kadar bencilce yönlendirmeye çalıştıkları, kendileri olmalarına ne derece izin vermedikleri ortaya çıkar. İçine kapanık bir tip olarak gözüken Allyson da ilerleyen saatlerde kabuğundan kurtulacak ve konuşmalara katılacaktır. Hatta ebeveynleri gibi olmak istemediklerini konuştukları sırada "Büyüdüğün zaman kalbin ölür" diyerek filmin akılda kalıcı repliklerinden birine imza atar. Gün sona erdiğinde "Beyin" Brian, Mr.Ventor'un istediği "Kim Olduğunuzu Düşünüyorsunuz?" konulu makaleyi aşağıdaki şekilde yazarak masasına bırakır: "Sevgili Bay Vernon, Hatalarımız yüzünden Cumartesi'yi feda ettiğimizi kabul ediyoruz. Bizi kim olduğumuzu düşündüğümüz konulu makaleyi yazmaya zorlamanız çılgınca. Bizi istediğimiz gibi görün, en basit şekilde ve en uygun tanımlamalarla. Ama gördük ki her birimiz birer beyiniz, bir sporcu, ve bir akıl hastası, bir prenses ve bir suçlu..Sorunuzun cevabını verdik mi? Saygılarımızla, Kahvaltı Kulübü" The Breakfast Club, alelade bir gençlik filminden çok farklıdır. Filmin neredeyse tamamı aynı mekan içinde geçiyor olmasına rağmen karakterlerin diyalogları o kadar etkileyicidir ki filmin bir saniyesinde bile sıkılmazsınız. İzledikçe izleyesiniz gelir. Film, ailelerin çocuklarının kişilikleri üzerindeki etkilerini gözler önüne serer. Ergenlik sorunlarına farklı açılardan bakışlar getirir. The Breakfast Club, 80'lerin genel havasına uygun biçimde samimidir. Düşündürür, bazen duygulandırır, bazen güldürür. Son olarak, filmin başında ve çeşitli yerlerinde çalan Simple Minds parçası Don't You Forget (About Me) akıllardan çıkmaz:

İçki Koleksiyonu - 11 / The Dalmore Single Malt Whisky 15 Years Old


Şişe tasarımını gördüğünüzde içindeki içkinin kalitesini tahmin edebileceğiniz viskilerden birisi olan The Dalmore'un 15 yıllığını insan açmaya kıyamıyor. Uzak diyarlardan Ceren'ciğim tarafından getirilerek bana hediye edilen şişeyi bir seneden uzun zamandır açamamıştım. Ama geçenlerde "Yeter artık, zaten 15 sene bekletilmiş, 3 sene daha bekletip 18'ine bastığında mı açacağım?" diye düşündükten sonra ani bir hareketle çıkardım şişenin tıpasını..

Efsaneye göre (Daha doğrusu kutunun arkasında yazdığına göre) 1263 yılında İskoçya'da Mackenzie klanının ataları, o zamanki İskoç kralı III.Alexander'ı bir erkek geyiğin boynuzuyla yaralamasına ramak kala tek bir ok atışıyla kurtarmış. Bunun üzerine kral da kendisini kurtaran Mackenzie klanına hanedanlık armalarında bir erkek geyiğin kafasını taşıma hakkı vermiş. Dalmore viski imalathenesi, uzun yıllardan beri Mackenzie ailesi tarafından işletilmiş ve onlar da viski şişelerine bu erkek geyik amblemini işlemişler. Single Malt Viskilerin kokuları da tatları kadar keskin oluyor. Şişeyi açtığımda odayı keskin bir baharat kokusu sarmıştı. Sonradan yaptığım araştırmada The Dalmore'un bu keskin kokusunun, viskinin 12 yıl meşe ağacından yapılma burbon fıçılarında dinlendirilmesinin ardından 3 sene de Amoroso, Apostoles ve Matusalem adlarında üç farklı şeri fıçısında bekletilmesinden geldiğini öğrendim. Kokusunun yanı sıra tadının da bu derece zarif olmasının sebebi buymuş. Daha önce tatma fırsatı bulduğum single malt viskilerden Macallan ve Glenfiddich'in aksine The Dalmore'un tadı bana tatlı gelmişti. Web sitesine baktığımda bunun nedenini anlamak zor olmadı. 15 senelik Dalmore'un içinde kuru üzüm, mandalina, çikolata ve kuru erik aroması bulunuyormuş.. Tekrar tatma fırsatım olur mu bilinmez (Şu an itibariyle internet sitesinde şişesi 49.99 pounddan satılıyor) ancak 15 yıllık The Dalmore'un, diğer single malt viskiler gibi tadı insanın damağına yapışan, son derece kaliteli bir Scotch olduğunu söylemek lazım...

Monday, December 17, 2012

44000


Last FM'e üye olduğum 25 Eylül 2006 tarihinden bu yana günde 20 parçalık bir dinleme istatistiği tutturmuşum.Kimi zaman bu sayı bana biraz az gelse de, hayat koşuşturması içinde kendime ayırabildiğim zamana baktığımda bundan fazlası biraz zor olur gibime geliyor.Ha, Internete giren bir cep telefonum olsaydı ve günde yaklaşık 2 saat boyunca dinlediğim müzikleri de scroplayabilseydim ortalamam bir hayli artmış olurdu..Bir de mp3'lerin ses kalitelerinden (kalitesizliklerinden) illallah diyip de müzik setinden dinlediğim albümleri de hesaba katabilseydik keşke..Bu arada Aralık 2007 - Mayıs 2008 döneminde askerde olduğumdan dolayı hiçbir parça scroplanmamıştı..

Bakalım kaç binleri görebileceğiz?

Sunday, December 16, 2012

Galatasaray - Fenerbahçe 2-1 (16.12.2012)



Günlerden 14 Aralık 2012 Cuma..

Yorucu bir iş gününün ardından akşam saatlerinde Carrefour Nautilus'u ziyaret etmiştim..

Traş köpüğü ve soda aldıktan sonra içki standına yöneldim..

Votkaların bulunduğu reyonda 5 saniye kadar duraksadıktan sonra Finlandia Lime Fusion'u sepete attım..

Pazar günkü derbi maçının içkisi bu olmalıydı..

Tam o anda içki standında görev yapmakta olan birkaç bol miktarda süslenmiş kızdan sarışın olanı yanıma yaklaştı..

Herhalde Carrefour'un anlaşmalı olduğu firmalardan biri için çalışıyordu kız orada..Durup dururken hatırımı sormaya gelecek hali yok ya..

Sepetteki şişeye baktı sonra da bana..

"Meyveli aldınız, biliyorsunuz değil mi?" dedi..

Herhalde kiç kimse "Oo deniz mahsüllü olanını aldığımı sanıyordum, iyi ki uyardınız" ya da "Ülkemizde sahip olduğumuz potansiyelimize rağmen, değerlendiremediğimiz tarım ürünlerinin başında meyve gelmektedir, bu yüzden votkamı meyveli içiyorum" falan diye cevap vermezdi bu soruya..

"Farkındayım" dedim..

Sonra kız bana Chivas Regal'in harika bir yılbaşı hediye olabileceğinden falan bahsetti..

Jameson'un daha güzel bir hediye olabileceğini anlatmaya çalıştım kibarca..

Bir yaşlı müşterileri için Jameson Select Reserve getirdiklerini, bu içkiyi her zaman bulamayacağımı falan söyledi..

Kıza teşekkür edip eve döndüm..

Pazar günkü derbi maçını heyecanla bekledim..

Galatasaray, Fenerbahçe'yi oldukça zor geçen bir mücadelenin sonunda 2-1 yendi..

Heyecanlı ancak seyir zevki açısından kötü bir maçtı..Uzaktan atılan şutların dışında (Ki bir tanesine Hamit'in şutu direkten döndü) iki tarafın da doğru dürüst gol pozisyonu bulamadığı bir oyun izledim.

Yıllardan beri Kadıköy'de yaşadığımız erkenden gol yeme sendromunu bu sene karşı takım yaşadı..Son zamanlarda attığı gollerle dikkat çeken Bekir, serbest vuruştan gelen topu kendi kalesine gönderdi..Bu, sanırım bir Galatasaray-Fenerbahçe maçında bir Fenerbahçeli oyunucunun yıllar sonra kendi kalesine attığı ilk goldü..

Ardından Hasan Ali Kaldırım, defanstan seken topta sağ ayağıyla güzel bir vuruşla beraberliği getirdi..O anda aklıma 2002 yılında Beşiktaş'ın GalatasarayAli Sami Yen Stadı'nda 1-0 yendiği maçta İbrahim Üzülmez'in sol çaprazdan sağ ayağıyla attığı gol geldi..O zaman da Galatasaray'ın başında Fatih Terim vardı..

Ortada geçen maçta ilk yarının sonlarına doğru Galatasaray bir serbest vuruş kazandı..

Uzün süredir hastalığından dolayı yatağında yatmakta olan babam: "Gol geldi şimdi" dedi..

Selçuk topun başına geldi ve topu Volkan'ın sağından ağlara gönderdi..

Fenerbahçe kalecisi Volkan yanlış hatırlamıyorsam geçen sene Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı 2-1 yendiği Play-Off maçında harika kurtarışlara imza atmış ve Selçuk'un yine frikikten attığı gol için "Onu da kurtarıcaktım ama olmadı" tarzı bir açıklamada bulunmuştu..

Bu sefer de bunu kurtarabilecek hiç kimse yoktu..

Ne içtiğimin farkındaydım..Maçın güzel bir mücadeleye sahne olduğunun ve dostluk içinde geçtiğinin farkında olduğum gibi..Oyuncular birbirlerine centilmence davranmışlar, seyircimiz sahaya hiçbir madde atmamış, neredeyse küfür bile etmemişlerdi.Maçın sonlarına doğru Meireles'in maçın hakemine taptığı terbiyesiz hareketler dışında gerilim yükseltecek bir olay yaşanmamıştı.

Peki ya maçtan önce sosyal paylaşım sitelerinde aşağıdaki nefret dolu ifadelere yer veren vatandaşlara ne demeli..

Bu kinin sebebi nedir merak ediyorum..Uzun süredir bize karşı bir üstünlüğünüz vardı..Yenildiğimiz maçların hemen hemen hepsinde kazanmayı hak eden taraf sizdiniz..Ağzımı açıp tek kelime söylemedim..Mağlubiyetlerin sebeplerini kendi takımımda aradım..

Peki hafta içi oynanan ve sizi ilgilendirmeyen kupa maçından sonra gördüğüm bu iğrenç yorumlar ne oluyor?Cidden futboldan ne anladığınızı merak ediyorum.."Farkında Mısınız" beyler ne dediğinizin?






Tuesday, December 04, 2012

The Little Things Vol:7 / When In Sodom (25.11.2006)



Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Atlantis Müzik'te birlikte çalıştığım arkadaşım Can İnandım'ın yoğun çabalarıyla gerçekleştirdiğimiz Sodom konserinin üzerinden 6 yılı aşkın bir süre geçmiş..Aslında konseri benim için önemli yapan sadece kült bir thrash metal grubunu canlı canlı izlemiş olmak ve grubun Türkiye'de ilk defa çalması değildi (Bilindiği gibi 1992 yılında İstanbul'da verecekleri konser, ülkücülerin konser mekanını basması nedeniyle son anda iptal olmuştu) Konseri daha çok Onkel Tom ve tayfasının enterasan sözleri ve hareketleriyle hatırlıyorum..Örneğin Almanların biracı oldukları söylenir ancak Sodom kelimenin tam anlamıyla allahsız içiyordu..Grubu karşılamak için Atatürk Hava Limanı'na gittiğimde Tom Angelripper'la aramızda geçen şu ilk dialog durumu yeterince anlatıyor sanırım:

- BEN: (Tom'un elini sıktıktan sonra) "You're all welcome to Turkey.What's up?"

- TOM: "I'm fine, man.Thanks..Tell me, where can I find cold beer here?"


Bas Gitar ve vokalde Tom Angelripper, Gitarda Bernd Kost ve davulda Konrad Schottkowski'den oluşan kadrosuyla İstanbul'a gelen grup içmeye havaalanında başladı ve İstanbul'da bulundukları süre boyunca hiç ara vermedi..Alkol performansları ile ilgili şunu hatırlıyorum: Havaalanında bira içmeye başlayan adamları Taksim'deki otellerine götürmüştük.(Otele vardığımız sırada patronun eşinden gelen "Serhat, adamlara söyle oteldeki minibarın ücretini biz karşılamıyoruz" şeklindeki uyarı da bizimkilerin tehlikenin farkında olduklarını gösteriyordu) Otelde kısa bir süre grubun Türkiye'deki en azılı fanı DJ Şener'le muhabbet edip Do-Rock'a geçtiler. Burada da fanlarına imza dağıtırken bira içmeye devam ediyorlardı. Sonuç itibariyle öğlen saat 3'ten akşam saat 8'e kadar olan süre içerisinde adam başı yaklaşık 15 bardak birayı devirmişlerdi..Bu esnada bir ara Tom'a "Hergün bu kadar içiyor musunuz?" diye sorduğumda "Sadece hafta sonları içiyorum" diye cevap vermişti..

Sodom elemanlarının damak tadları biraz tuhaftı. Akşam yemeği için onlara Taksim'de fena gözükmeyen bir restoranda rezervasyon yaptırmıştık. Menüde pizza, patates kızartması, sosis ve benzeri şeyler vardı (Alman oldukları için bu tür şeyleri severler diye düşünmüştük) Ancak masaya oturduktan 15 dakika kadar sonra yemeği beğenmediklerini söyleyip Mc Donalds'dan çizburger yemek istediklerini beyan ettiler..Gidip onlara Mc Donalds'dan adam başı 3'er tane çizburger alma görevi de bana düşmüştü haliyle..(Ancak intikamımı onlar sahnedeyken aldım..Sahnede çalarlarken backstage'e girip konserden sonra midelerine indirmeyi düşündükleri karışık pizzanın tamamına yakınını yedim.Sonradan duğduğuma göre pizzalarının yenmesine çok kızmışlar ama acıkmıştım ve ortalıkta yiyecek başka birşey yoktu)

Konserde yaşanan bir başka enterasan olay da, Sodom'un alt grubu olarak gelmiş olan Holy Moses'ın bayan solisti Sabina Classen'in başından geçmişti.Sabina, grubun gitaristi Michael Hankel ile evliydi. Konserden önce Yeni Melek'de içkiler su gibi akarken Ankara tayfasından Hicri Bozdağ, alkolün dozunu fazla kaçırmış olsa gerek ki Sabina'yı herkesin içinde ve kocasının gözleri önünde dudaklarından öpmüştü. Millet "Ooov woow" diye tepki verirken adam sadece gülümsemişti. Aynı şey bir türk müzisyenin başına gelmiş olsa neler yaşanırdı tahmin etmek bile istemiyorum...

Konsere ilgi beklenildiği kadar olmasa (İçerde yaklaşık 600 kişi vardı) ve Yeni Melek'in ses sistemi her zamanki gibi kimseyi tatmin etmese de güzel bir konser izledik.Sodom, üç adamın çıkartabileceği maksimim gürültüyü çıkartmıştı. Bomba şarkılarını ard arda çaldılar. Konserden önce grubun ses teknisyeniyle "2.Dünya Savaşı'nda kazılan siperler" ve "Sodom'un çaldığı en rezil yerler" gibi konular üzerine derin bir sohbete girmiştik. Adam beni sevmiş olacak ki konserden sonra imzalı bir Sodom penası ve konserin playlistinin yazdığı kağıdı hediye etmişti..Hala gözüm gibi bakıyorum bunlara...



Monday, November 12, 2012

Arapçanın Mucizesi...



Ne içtiysen aynısından istiyorum...

Monday, November 05, 2012

Ingvar Ambjörnsen - Beyaz Zenciler


"Beyaz Zenciler; uyku tulumları, sırt çantaları ve bira kasalarıyla çingene hayatı yaşayan dumancılar, beyazcılar, asitçilerdir...Beyaz zenciler şairdir, çılgındır, düş kurmayı ve küfretmeyi severler.Onları en iyi polisler tanır!..Beyaz zenciler, mahkum edildiğimiz rezil, yoz, televizyon dizilerine benzeyen hayatlardan; eğitim, kariyer, başarı ve benzeri cüce düşüncelerden nefret ederler...Beyaz zenciler sevgi edebiyatı yapmazlar, severler.Bütün enerjilerini kendilerini garantiye almak için harcayanların hiçbir zaman anlayamayacağı kadar çok severler..Beyaz Zenciler gerçekten düzen karşıtıdırlar, tüm ideallere ve ideolojilere karşı ihanet içindedirler.Onlar toplum dışına atılmamışlardır, orada "imkansızın kıyısında öfkeli ve eğri bir hayat" yaşamayı seçmişlerdir..." Norveçli yazar Ingvar Ambjörnsen'in kitabı "Yerleşik toplumdışı"ların, uyumsuz, depresif, yalnız, alkolik, düzen karşıtı, hiçbir yere ait olamayan küçük kahramanların hikayelerini anlatıyor. Kitabı ikinci defa okuyorum, hala hemen hemen her sayfasında kendi hayatımdan birşeyler buluyorum...

Paradise Lost


Uyarı:

Forever: Shades Of God, Icon, Draconian Times;
Failure: One Second, Host, Believe In Nothing


...ve benzeri zihniyetlere sahip olanlar bu yazıdan uzak dursunlar lütfen. Çünkü ne kadar haddime düşmese de Britanya tarihinin en çok risk almış müzik grubunu olabildiğince tarafsız biçimde değerlendirmeye çalışacağım. Özellikle “Metal grubu” ifadesini kullanmadım çünkü Paradise Lost’u müzikal açıdan kalıplara sokmaya çalışmanın yanlış olacağını düşünüyorum. Grup, doom/death metal ile başladığı yolculuğuna sıkı bir evrim süreci geçirdikten sonra bugünlerde oldukça popüler olan “köklerine dönüş” mantalitesi ile devam ediyor. Ama değişmeyen tek bir gerçek var ki onlar her zaman müziğin karanlık tarafında yer aldılar ve bundan sonra da öyle olacaklarından kimsenin şüphesi yok. Paradise Lost, adını 17.yüzyılda İngiliz şair John Milton’ın yazdığı epik şiirden almıştır. Şiir, düşmüş melek Lucifer’ın Adem ile Havva’yı saptırmasını ve Adem ile Havva’nın cennetten çıkarılışını konu edinen, ilk kez 1667 yılında on kitap halinde basılmış olan bir eserdir. Grup, 1988 yılında gitarlarda Gregor Mackintosh ve Aaron Aedy, bas gitarda Stephen Edmondson, davulda Matthew Archer ve vokalde Nick Holmes’dan oluşan kadrosuyla İngiltere’nin Halifax şehrinde kurulmuştur. Günümüzde bu orijinal kadrodan yalnızca davulcu Matthew Archer grup ile birlikte değildir, diğer 4 müzisyen kuruluşundan bu yana kadrodadır. Paradise Lost’un 1990 debutu Lost Paradise, 91 çıkışlı Gothic ve 1992 yılına ait Shades Of God albümlerinin zamanına göre oldukça farklı çalışmalar olduğu inkar edilemez. Özellikle Death Metal’in oldukça popüler olduğu bu dönemde bu üç albüm gerçekten biraz sıra dışıdır. Lost Paradise ve Gothic, Paradise Lost’un Doom/Death Metal türünü başarı ile icra ettiği ilk iki albümüdür. Lost Paradise, Paradise Lost tarihinin en sert ve agresif uzunçaları olmasının yanı sıra çok kötü bir albüm kaydına sahiptir. Grup elemanları, bu albüm için bir stüdyoya kapanmış, stüdyoyu dağıtana kadar birçok parça kaydetmiş ve içlerinden iyi olduklarını düşündüklerini seçip geriye kalan parçaları bir daha asla yayınlamamışlardır. Yıllar sonra Gregor Mackintosh Lost Paradise için şu yorumu yapmıştır: “A first album is a first album, you don't really know who you are or what you’re doing”…1991 çıkışlı Gothic albümünün ismi ise albümdeki havayı tamamen yansıtmaktadır. Karanlık, kasvetli, uğursuz bir atmosfere sahip albüm, Gothic Metal türünün ortaya çıkmasına katkı sağlamış, hatta söz konusu türün standartlarını belirleyen önemli bir eser olmuştur. 1992 yılında yayımlanan Shades of God albümünde ise grup Death/Doom metalden uzaklaşarak Gothic/Doom/Heavy metal arası bir tarz ortaya koymuştur. Grubun eski albümlerindeki sertliği ve Nick Holmes’un brutal vokalleri tamamen ortadan kaybolmamış ise de sound biraz daha melodiktir ve vokaller biraz daha temiz tonlardadır. Albümde yer alan Mortals Watch The Day, Daylight Torn, Pity The Sadness ve As I Die, Paradise Lost tarihinin en sağlam parçalarından birkaçıdır. 1993 yılında çıkan Icon, grubun tarihinde o zamana kadar eşi görülmemiş yoğunlukta bir melankoli ve hüzün içerir. Albümdeki gitar melodileri insanın tüylerini diken diken edecek kadar acı dolu ve etkileyicidir. Vokaller aynı şekilde akılda kalıcı, insanın ruhuna dokunacak kadar hüzün doludur.(Gothic/Doom metal, herhalde bundan daha başarılı icra edilemez) Daha önce hiç yapılmamış olan bir şeye imza atarlar ve o dönemde kendilerine tarz olarak benzeyen pek grup bulunmamaktadır. Icon, Embers Fire, Joys Of The Emptiness, Dying Freedom, Colossal Rains, True Belief gibi yıllar yılı hatırlanası şarkılar içerir. Hele True Belief’deki gitar tınıları Greg Machintosh için “Bunu çalarsa anca Mackintosh çalabilir” diye bir yorumun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kendi adıma Paradise Lost tarihinde birinci sıraya koyduğum bu albümü anlatacak fazla kelime bulamıyorum ve geçiyorum bir başka şahesere… 1995 yılında çıkan Draconian Times, evet bir metal albümüydü ama aslında bundan daha fazlasıydı. Anlaşılması mümkün olmayan şarkı sözleri, parçalardaki keskin iniş-çıkışlar ve insanı etkisi altına alan inanılmaz Nick Holmes vokali ile Draconian Times’ı anlamak oldukça zor; anladıktan sonra (Bunun için albümü en az üç-dört kere dinlemek gerekiyordu) ise kendini albümün etkisinden kurtarabilmek daha zordu. Bu albümde yer alan Hallowed Land, The Last Time, Forever Failure, Elusive Cure, Yearn For Change, I See Your Face gibi kalplere sakat parçalarla Draconian Times, metal müzik tarihinin en çok acı veren albümlerinden biri olmayı hak etmektedir. Paradise Lost, 1997 yılında hislerini artık sert gitar tonları ve kirli vokaller ile değil de psychodelic etkileşimler ve tertemiz vokaller ile ifade etmeye karar verdiğinde ortaya One Second çıktı. Grubun eski bir çok fanı albümü yeterince "metal" olmadığı için eleştirdi.”Nerede eski Paradise Lost?”soruları sorulmaya başlandı. Ama albüm gitar tonları yerine karanlık konsept ve müzikaliteye odaklanan az sayıda Paradise Lost fanı için hazine değerindeydi. Bu anlamda yıllar sonra Nick Holmes ile bir dergide yapılan röpörtajda ”Neden bir One Second daha yapmıyorsunuz?”sorusuna grubun vokalisti: ”Çünkü bir kez yaptık” şeklinde cevap vermiştir. One Second albümünde klavyelere o zamana kadar görülmemiş şekilde fazla yer verilmiştir. Parçaların nakarat kısımları da aynı şekilde daha önce olmadığı kadar melodik ve akılda kalıcıdır. Elektronik sample'lar şarkıların içine bolca yerleştirilmiştir. One Second, Say Just Words, Lydia, The Sufferer, This Cold Life, Disappear albümde en çok öne çıkan parçalardır. 1999 yılı Paradise Lost’un müzikal evriminin zirve noktasıdır. Yayınladıkları Host albümünde neredeyse hiç gitar kullanmayan ve tamamen elektronik öğelere yer veren Paradise Lost, nasıl oluyorsa hala kendini dinletebilmektedir. Grubun Depeche Mode’a benzetilmesi, tarzının artık "dark-pop" şeklini aldığı yönünde yorumlar yapılması bu döneme denk gelir. Ancak yine sadece müziğe odaklanabilen dinleyiciler, Nothing Sacred, In All Honesty, Behind The Grey, Year Of Summer gibi nefis parçaların tadını çıkaracaklardır. Grup, yine sadece yapmak istediği müziği yapmış, ama bunun sonucunda birçok metal müzik dinleyicisinin nefretini kazanmıştır. Grubun birçok fanı, One Second ile farklı bir yöne sapmış olan grubun Host ile kendi kendini bitirdiğine inanmıştır. Ancak Paradise Lost’un müzikal evrimi hiç durmadan devam edecektir. Grup, Host'dan sonra bu albüm ayarında bir albüm daha üretmek yerine cılız gitarlarla ve bol efektli vokallerle Believe In Nothing'i kaydetmiştir. 2001 senesinde çıkan bu albüm kanımca Paradise Lost tarihinin en vasat albümü olmakla beraber giriş parçası I Am Nothing ve enteresan bir video klibi olan Fader”ın hatrına CD arşivimin bir köşesinde durmaktadır. Albüm, Alternatif Rock tarzına yakın bir çizgidedir ancak içindeki şarkılar genel olarak yaratıcılıktan ve dinleyiciyi etkilemekten uzaktır. Believe In Nothing’den bir sene sonra yayınlanan Symbol Of Life albümünde grup elektro gitarları tekrar etkin biçimde kullanmaya başlamıştır. Birkaç parçada solo gitarlara yer verilmiştir. Grubun eski "metal" günlerine dönüş sinyallerini bu albümle birlikte vermeye başladığı söylenebilir. Buna rağmen elektronik müzik etkileşiminden vazgeçilmemiş, sample’lar hemen hemen her parçada kullanılmıştır. Symbol of Life, lirikleri açısından Paradise Lost’un en depresif albümlerinden biridir. Şarkı sözlerinde doğrudan ve yoğun biçimde intihar teması işlenmiştir. Erased, Perfect Mask, No Celebration ve albümle aynı adı taşıyan şarkı albümün öne çıkan parçalarıdır. 2003 yılında ülkemizi Lacrimas Profundere ile birlikte ziyaret ederek Kemancı Bar’da bir konser vermişlerdir. Türk seyircisinin eski albümlerine olan düşkünlüğünün farkında olan grup playlistinde normalde hiç çalmadığı eski parçalarına yer vermiştir. Hatta Gothic albümünden Eternal’ı bile çalarak beni ve mekandaki birkaç yüz PL fanını şaşırtmıştır. Grup, 2005 yılında son dönemlerinde sıklıkla kullandığı elektronik öğeleri bir önceki albüm Symbol Of Life’daki hafif endüstriyel, modern gitar soundu ile birleştirme temelinde şekillenen ve basitçe Paradise Lost adı verilen albüme imza atmıştır. Albümde her zamanki karanlık hava korunmuştur. Gitarlar bir önceki albüme göre biraz daha sert tonlarda, müzik biraz daha metale yakındır. Paradise Lost albümü, grubun Draconian Times ile One Second albümlerinin etkilerini taşıması bakımından müzikal anlamda bu iki albümün arasında bir yerde yer alan hoş bir albümdür. Don’t Belong, Grey, Forever After, Sun Fading, All You Leave Behind ve Over The Madness albümün dikkat çekici parçalarıdır. Özellikle Over The Madness’in kapanış solusu insanın tüylerini diken diken etmekte, Gregory Mackintosh’un hala neler yapabileceğini göstermektedir. 2007 yılında grup kanımca Host’tan sonra o güne kadar yaptığı en iyi esere imza atacaktır. In Requiem, grubun yeni plak şirketi Century Media Records tarafından yayınlanan ve grubun metal müziğe resmen geri döndüğünü simgeleyen oldukça başarılı bir albüm olarak raflardaki yerini alacaktır. Albümde kuvvetli biçimde Draconian Times havası hissedilmektedir. Özellikle ikinci parça Ash&Debris, sanki 90'larda kaydedilmiş gibidir. Bazı parçalar oldukça sert gitar tonları ile açılmakta, bu agresiflik ilerleyen bölümlerde yerini hüzünlü melodilere ve Nick Holmes’un karanlık sesine bırakmaktadır. (Söz konusu tempo değişimini en iyi özetleyen parça albümün 5.parçası olan Requiem’dir). Bazı parçalar ise tamamen Holmes’un kasvetli vokali üzerine kurulmuş, enstrümanlar sanki arka plana atılmış gibidir (Praise Lamented Shade, Unreachable) Albümde zaman zaman orkestra kullanılmış, özellikle grubun son yıllarda yaptığı en iyi parçalardan biri olan The Enemy’de yer alan orkestral koro şarkıya muazzam bir şekilde oturmuştur. In Requiem’de birçok sıkı parça yer almakta olup benim favorilerim Ash & Debris, The Enemy, Requiem, Prelude To Descent ve Fallen Children’dır. Paradise Lost, Unirock Festivali kapsamında 18 Temmuz 2009 tarihinde Küçükçiftlik Park’ta bir kez daha fanlarıyla buluşmuştur. Son albümleri In Requiem’den birkaç parça çalmış olmasına rağmen ağırlığı yine seyircinin beklediği gibi eski klasiklerine vermiştir. İstanbul konserinden birkaç ay sonra Paradise Lost 12.uzunçaları olan Faith Divides Us – Death Unites Us’ı yayımlanmıştır. Bu albüm, ilk dinleyişte grubun In Requiem’in kaldığı yerden devam ettiği havası yaratıyor olmasına rağmen soundda yine bazı değişiklikler görülmektedir. Herşeyden önce grubun eski fanlarının da sevebileceği bir metal albümüdür. Nick Holmes; temiz vokalleri ile eski albümlerde uyguladığı gırtlaktan kirli, sert vokallerini harika biçimde harmanlamayı başarmıştır. Davullar, bazı yerlerde grubun 90’ların başındaki haline yaklaşır biçimde hızlı ve agresiftir (Frailty, The Rise of Denial, Universal Dream). Parçalardaki korolar son derece vurucu olup sıklıkla enfes gitar melodileriyle desteklenmişlerdir. (As Horizons End ve albümle aynı ismi taşıyan parçada bunun en güzel örneklerine rastlanılabilmektedir) Paradise Lost, Faith Divides Us – Death Unites Us albümünde Doom/Death metalden, Gothic Metal’e, oradan da elektronik etkileşimli Gothic Rock’a ve nihayetinde tekrar Gothic Metal’e doğru ilerleyen kariyerinin tüm evrelerinde ürettiği materyallere parça parça yer vermiş gibidir. Bu bakımdan grubun tarihçesini ve geçirdiği müzikal evrimi en iyi şekilde yansıtan albüm olma özelliği taşımaktadır. Albümün kanımca en sıkı parçaları As Horizons End, I Remain, Frailty, Faith Divides Us - Death Unites Us ve Last Regret'tir. İçinde bulunduğumuz yılda grup Tragic Idol adındaki 13.albümünü yayınlamıştır. Albümü henüz dinlemediğim için bu yazıya eklemiyorum.(Belki ilerde ayrı olarak kritiğini yaparım) Ancak neyle karşılaşacağımı oldukça merak etmekteyim. Söz konusu grup Paradise Lost gibi kariyeri boyunca birbirine çok benzeyen üst üste iki albüm yapmamış bir grup olunca merak etmemek de mümkün olmuyor zaten…

Saturday, October 27, 2012

Starbucks Pisses Me Off


Kamyonetin üretim aşamasında böyle bir şey akıllarına gelmemiş doğal olarak.O kapının hiç açık bırakılmaması gerekiyor sanırım.

Bu arada resmi görünce Chris Caffery babanın Pisses Me Off adlı parçasından bir söz geldi aklıma:

"Starbucks pisses me off, 5 bucks a cup, what the fuck is up?"

The Little Things Vol:6 / The Famous Grouse Box Set



Evet bildiğiniz gibi alkollü içeceklere yeni - yine - yeniden zam geldi ve başımızda bu kazıkçı esnaftan alamadığı KDV vergisini "Kaç para olursa olsun alacaklar - kimse sesini çıkarmayacak" mantığı ile biraz olsun kafa dağıtmaya çalışan insanlardan ÖTV olarak almaya çalışan, Türkiye'nin gelmiş geçmiş vatandaşın cebine en fazla elini sokan hükümeti olduğu sürece bu zamlar devam edecek gibi görünüyor..Ama bu, The Famous Grouse'un en başarılı harmanlanmış Scotch viskilerden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor...

Tasarımı oldukça hoş olan box seti'i Migros'ta görür görmez aldım.İçinden bir adet 70'lik şişe ve 2 adet Famous Grouse bardak çıkıyor.Ancak beni asıl şaşırtan kutu hazırlanırken gösterilmiş olan özen oldu.Aşağıdaki resimlerden görebileceğiniz gibi kutunun arka ve yan yüzeylerinde viskinin üretimi ile ilgili bilgiler ve Famous Grouse hakkında otoritelerin bazı görüşleri yer alıyor.






The Famous Grouse, harmanlanmış Scotch viskiler içinde sıralama yapmak gerekirse ilk 3'e adını yazacağım bir marka.Bu yüzden bu yeni ürünlerini raflarda görmek güzel bir sürpriz oldu.2 adet de orjinal bardağına sahip olduğum için de ayrıca sevinçliyim..

Friday, October 26, 2012

Uncanny - MCMXCI - MCMXCIV



Kemiğe kadar İsveçli!

Uncanny, Death Metal'in altın dönemini yaşadığı 90'ların başında bir anda ortaya çıkıp sessizce kaybolan ismi pek duyulmamış İsveç'li bir grup..Gitarda Fredrik Norrman ve davulda Kennett Englund tarafından 1987'de Sodom, Napalm Death ve diğer punk/grindcore gruplarının parçalarını coverlayarak müzik yolculuklarına başlamışlardır..90'lı yılların başında vokalde Jens Törnroos ve bas gitarda Christoffer Harborg'un gruba katılmasıyla ilk parçalarını kaydetmişlerdir.Yayınlanan iki demo ve Belçikalı Black Metal grubu Ancient Rites ile kaydedilen bir split albümün ardından 1994 yılında şu ana kadarki ilk ve tek albümleri olan Splenium for Nyktophobia'yı çıkarmışlardır..Bu albümün yayınlanmasından kısa bir süre sonra dağıldıklarını açıklayan grubun elemanları yollarına Centinex, Katatonia, October Tide gibi gruplarda devam etmişlerdir.

"Splenium for Nyktophobia" az sayıda basılmış olup baskısı kısa sürede tükenmiştir.Şu an açık arttırma sitelerinde oldukça yüksek fiyattan satılan bir albümdür.

Neyse ki Amerikalı Dark Descent Records, bu önemli Death Metal topluluğunun tarihin tozlu sayfalarında kaybolmasına izin vermeyerek 2010 yılında grubun ilk albümü "Splenium..." ve daha önce kaydedilen "Transportation to the Uncanny" ve "Nyktalgia" demoları ile Ancient Rites ile yapılan split albümü 2 CD olarak "MCMXCI - MCMXCIV" adıyla tekrar yayınlamış.Bana da grubun bütün diskografisini içeren bu harika seti Hammer Müzik'te görür görmez almak kaldı..

Soundu anlayabilmek için yazının başlığında yer alan ifadeye bir göz atmak yeterli: Kemiğe kadar İsveçli..Uncanny'nin soundu, İsveç Death Metal'inde yer alması beklenen her öğeyi taşıyor..Hızlı, melodik, aynı zamanda brutal..Old-School Death Metal sizin için bir anlam ifade ediyorsa ilk bakmanız gereken yerlerden birisi burasıdır..Ama eğer Death Metal denince Arch Enemy, Amon Amarth gibi yeni nesil gruplar aklınıza geliyorsa bu müzik size biraz ilkel, anlaşılmaz ve rahatsız edici gelecektir..Ancak Death Metal'in doğuş zamanlarından özgün, safkan ve süssüz birşeyler dinlemek isterseniz Splenium for Nyktophobia hemen yanı başınızda bulunması gereken albümlerden biridir..

MCMXCI - MCMXCIV toplaması Dark Descent Records tarafında remastered olarak yayınlandığı için albümde yer alan gitarların gümbür gümbür duyulduğunu, davullardaki her bir zil sesinin ayırt edilebildiğini söylemek lazım..Prodiksiyon olarak da gayet başarılı bir albüm ile karşı karşıyayız demek oluyor bu..

Şu parçada bütün oldschool death metal fanları ile kadeh kaldırmak isterim:


Sunday, October 21, 2012

Bir Akşam Yapayalnız Öleceğim Köln'de

Oysa ne beklentilerle başlamıştı yurdum gencinin Almanya macerası.."Almanya'da kızlar teklif ediyormuş" diye duymuştu..Cennete geldiğini düşünüyordu..Ancak işler pek iyi gitmemiş olacaktı ki bir süre sonra aşağıda A yüzü gözüken 45'liği çıkaracaktı:




Ancak plağın B yüzü daha da karamsar bir tablo çiziyordu..İşler daha kötüye gitmiş gibiydi sanki..Arabesk edebiyatı Acı Vatan'da da kendini gösterecekti:




Not: Fotoğraflar için Atlantis Müzik ve Ayhan Abi'ye teşekkürü bir borç bilirim..

Tuesday, October 16, 2012

The Little Things Vol:5 - Nasıl Anlatalım Bu Golü Şimdi Size?



Tarih 12 Eylül 2000..Liseyi bitireli birkaç ay olmuş.ÖSS sonuçları açıklanmış, kayıt yaptırmak için Afyon Kocatepe Üniversitesine gitmeme kısa bir süre var..Galatasaray, Şampiyonlar Ligi'nin ilk maçında kura çekimine 1.torbadan katılan Monaco ile oynayacak.(O dönemde Monaco'nun kadrosunda Simone, Giuly, Nonda, Riise, Dabo gibi adamlar var) Liseden arkadaşım Kerem ile maça gitmeye karar veriyoruz..Maçın başlamasına birkaç saat kala Ali Sami Yen Stadı yeni açık tribününde yerimizi alırken tarihi bir maç izleyeceğimizden haberimiz yok..

Maça Galatasaray atak başlıyor.Ümit Davala'nın bir şutu direkten dönüyor.İlk yarının ortalarına doğru Hakan Ünsal'ın soldan yaptığı bindirmede top Jardel'in önce göğsüne sonra bacağına çarpıp ağlara gidiyor.(Zaten değişik uzuvlarıyla gol atmayı seven bir oyuncuydu)

Galatasaray golden sonra da bastırmaya devam ediyor..Monaco kalemize gelmekte zorlanıyor.

Derken o tarihi an geliyor.Dakika 29..Hagi sol çaprazda, yeni açık tribünde bulunduğumuz için zar zor gördüğümüz bir noktada topla buluşuyor..Orta yapacak ya da yana oynayacak herhalde derken bir anda hiç gerilmeden kaleye gönderiyor topu.Top, mermi gibi ilerliyor ve kalecinin solundan ağlara takılıyor..(Top o kadar hızlı gitmişti ki takip edememiştik, gol olduğunu birkaç saniye sonra anlamıştık..Bir de Hagi'nin vurduğu yer kaleye gerçekten çok uzaktı.Tribünden 35 metre falan diye tahmin etmiştik ama sonradan televizyondan izleyince 30 metre civarı mesafeden vurduğunu gördük) Bu sırada maçı televizyondan anlatan spiker Sabri Ugan: "Nasıl anlatalım bu golü şimdi size..Böyle bir gol yok, böyle bir vuruş yok" diyor..Haksız sayılmaz..

İlk yarı 2-0 Galatasaray'ın üstünlüğü ile bitiyor.Ancak ikinci yarıya Monaco iyi başlıyor.50.dakikada sonradan bizim takımda top koşturacak ve adıyla ilgili "Nonda, hayat onda" gibi espiriler üretilecek Shabani Nonda karambolde skoru 2-1'e getiriyor.62.dakikada ise Capone kara yılan Nonda'yı düşürünce Monaco penaltı kazanıyor ve Simone durumu 2-2'ye getiriyor.

67.dakikada Bülent'in attığı nizami golü vermeyen hakeme çok sinirlenen Hagi, 2 dakika sonra Riise'ye kasti bir hareket yapıp kırmızı kart görüyor.Ancak hakem 3 dakika sonra başka bir pozisyonda Emre'ye faul yapan Monaco'lu Dabo'yu oyundan atıyor ve dengeler eşitleniyor.

80.dakikada Hakan Ünsal'ın soldan ortasında "Arka Direk" Capone, lakabına uygun bir yerde ortaya çıkarak kafayla çakıyor ve Galatasaray'ı tekrar öne geçiriyor.Maç da bu sonuçla bitiyor.

Maça gitmekle ne kadar isabetli bir karar vermiş olduğumu aradan zaman geçtikten sonra anlayabildim ancak..Hagi'nin belki de Galatasaray formasıyla attığı en güzel golü canlı olarak izlediğim için kendimi çok şanslı sayıyorum..Maç biletini de yazının başında görüldüğü üzere halen saklıyorum...

Maçın Galatasaray için ilginç bir tarafı da o güne kadar Şampiyonlar Ligi'ne hiç galibiyet ile başlayamamış olan takımımızın (O sezon turnuvaya 6.kez katılıyorduk) bu maç ile şanssızlığını kırmış olmasaydı.

Gollerimiz için:


Wednesday, September 19, 2012

Helstarring In Istanbul - 14.09.2012

Power/Speed Metal tarzında yıllara meydan okuyan baba gruplardan Helstar'ın (Kendileri "Biz Texas Metali yapıyoruz" diyorlar) kuruluşunun 30.yılı şerefine çıktığı dünya turunda buralara da uğrayacağını duyduğumda çok sevinmiştim.Haftalar öncesinden konser biletini Hammer Müzik'ten aldığımda içimde "Acaba az bilet satılırsa konser iptal olur mu?" endişesi vardı..(Türkiye'de bu son dakika iptalleri moda oldu..Özellikle Unirock grubu bunu çok sık yapıyor) Ancak Hammer Enis'in "Merak etme organizatörler 10 kişi de bilet alsa yapacakmış konseri" lafını duyduktan sonra rahatladım..

Konser 14 Eylül Cuma akşamı Taksim'de The Mekan adlı bir barda düzenlenecekti.Oraya daha önce bir kez gitmiştim.O zamanki adı Oldschool idi..Alt katında türkü bar bulunan, sahnesi çok küçük, izbe bir mekandı..Sanırım işletmecisi değişmiş ama içerisi değişmemiş..Tabi ki de Helstar gibi bir grubu çıkartmak için pek uygun bir yer değildi, ancak Türkiye şartlarında ancak bu kadar oluyor..

Saat 10 civarı konser mekanına girdiğimde Helstar'ın alt grubu olarak yer alacak The Order of Chaos henüz sahmeye çıkmamıştı ve içeride yaklaşık 80 kişi vardı.Etrafta birkaç tanıdık yüz gördüm.Kısa bir süre sonra da Murat ve Oğuzhan geldi..Sohbet ettik, birşeyler içelim dedik ve o da ne..Biranın 12 TL'ye satıldığını gördük..(Mekanın bu işi bilmediğinin göstergesi bu) Bira yerine sek votkayı tercih ettim (3 TL fark ile).En azından içine su karıştırma ihtimalleri yok...

The Order of Chaos, yaş ortalaması oldukça düşük olan Kanadalı bir grup.Tarzları Helstar'ın son haline benziyor..(Thrash/Power denebilir) Vokalistleri bayandı ve sesi oldukça kuvvetliydi..Her zamanki gibi ses sistemi berbat olduğundan ve gitarlar doğru dürüst duyulmadığından grubu eleştirmem yersiz olacak..Ama grup hakkındaki ilk izlenimlerim olumluydu..(KUMAŞLARI İYİ!)

The Order of Chaos sahnede 1 saat kadar kaldıktan sonra Helstar'ı beklemeye başladık.Helstar, 1995 yılında yayınladıkları Multiples of Black albümünden sonra dağılmış, 2007 senesinde ise davulcuları hariç Remnants of War kadrosuyla geri dönmüştü.Ancak yeniden birleştiklerinde soundları da değişmiş, power/speed metalden ziyade thrash metale yakın bir tarza yönelmişlerdi.Konserde 2010 yılında çıkan son albümleri Glory of Chaos'a ağırlık vereceklerini ancak Remnants of War, A Distant Thunder ve Nosferatu dönemindeki klasiklerini es geçmeyeceklerini tahmin ediyordum.

Saat 11'i biraz geçe James Rivera ve arkadaşlarının backstage'e yöneldiğini gördüm.Konser organizatörleri de hemen backstage'in kapısında bekliyordu.Grup elemanlarından imza almak için Remnants Of War albümünün CD'sini yanımda getirmiştim.(Ne de olsa kadrodaki 5 kişiden 4'ü o albümde çalmış olan adamlardı) Ben daha organizatörlere "Gruptan imza alabilir miyim?" diye sormadan onlar elimdeki CD'yi görüp "Oo CD getirmişsin.İmza almak istiyorsan içeri geçebilirsin" dediler.Şaşırmış bir vaziyette backstage'e girdim.İçeride, küçücük bir odada Helstar elemanları ısınma hareketleri yapıyorlardı.James Rivera'ya yönelip "Would you please sign this for me?" diyip CD kitapçığında grubun 1986 senesinde çekilmiş bir fotoğrafının yer aldığı sayfayı uzattım.Cevap açık ve netti: "After the show.." Bunun üzerine üstelemeyip dışarı çıktım ve grubu beklemeye başladım.

11 buçuğa doğru Helstar, The Mekan'ın ufacık sahnesine çıktı ve daha ilk şarkıda Rivera'nın mikrofununun sesi kesildi..Ama efsane solist moralini bozmadı, sahnenin yanında bulunan ses ekibine gerekli işeretleri yaparak durumu idare etti.

Hemen hemen bütün metal konserlerinde olduğu gibi ses düzeni berbattı.Bas gitarı duymak imkansızdı.Gitarları ise ancak bildiğimiz şarkılarda kulak aşinalığı sayesinde zar zor ayırt edebiliyorduk.Hayatımda gördüğüm ilk zenci metal davulcusu Michael Lewis ise sanki 40 yıldır grupta çalıyormuş gibiydi.Harika bir performans sergiledi.James Rivera da bu iğrenç ses sisteminde yapabileceğinin en iyisini yaptı.İlerleyen yaşına rağmen sesinden henüz hiçbir şey kaybetmediğini herkese gösterdi..

Helstar, beklediğim gibi konserde son iki albümü The King of Hell ve The Glory of Chaos'a ağırlık verdi..Yeni parçalarını çalarlarken sanki sahnede Helstar değil de bir oldschool thrash metal grubu vardı..Hızlı ve gaz son dönem parçalarından seyirciye bolca ikram ettiler..Ancak benim ve oradaki hemen herkesin beklentilerini boşa çıkarmayıp eskilerden Burning Star, Remnants of War, Conquest, Evil Reign, The King Is Dead, Winds of War, Baptized in Blood, To Sleep Per Chance to Scream gibi klasikleri aralara serpiştirdiler..Özellikle Winds of War benim için konserin en uç noktasıydı..James Rivera, parçayı sanki 26 sene önce albümü kaydederken söylediği gibi söyledi..

Helstar konseri, yaşadığım en değişik konser deneyimlerinden biriydi.Çünkü içeride zaten az kişi olduğundan ve pek çok insan da arkalarda takılmayı tercih ettiğinden dolayı sahne önü neredeyse bomboştu..İlk yarım saat grubu en önün birkaç sıra arkasından takip ettikten sonra "Bir daha nerden bulacağım bu fırsatı?" diye düşünerek en öne geçtim..Grubun gitaristi Larry Barragan, burnumun dibinde çalıyordu.Aynı şekilde elimi uzatsam solist Rivera'ya dokunabileceğim bir yerde izledim konserin büyük bölümünü..Bir daha böyle bir şans yakalayabilirmiyim bilemiyorum..

Grubun en eski elemanlarından basçı Jerry Abarca, konserin en enerjik ismiydi.İlerlemiş yaşına ve seyrelmiş saçlarına rağmen bir saniye yerinde durmadı..

Helstar, sahnede bir buçuk saat kadar kaldı..Bise çıktıklarında sahneye The Order of Chaos'ı da çağırdılar..Kapanışı şarkısı Run With The Pack'i iki grup elemanları birlikte çalıp söylediler..Bu esnada The Order of Chaos elemanlarının ve bazı seyircilerin stage-diving yaptıkları görüldü..Arada pogo yapmaya çalışan bazı hiddetli metalciler de vardı ama allahtan bir sakatlık çıkmadı...

Konserden sonra grup elemanları mekanda dolaşmaya başladılar..Yakaladıklarımdan imza aldım..Ayrıca aşağıda sevgili arkadaşlarım Murat ve Oğuzhan ile birlikte grup elemanlarıyla çektirdiğimiz fotoğraflardan birkaçını da paylaşacağım..Konserin en saçma diyaloğu ise tanımadığım bir metalci hatunla konserden sonra aramızda geçen diyalogdu..Daha önce hiç görmediğim bu kız, grup elemanlarının yanında dolaşıyor ve onlarla bir kaç kelime konuşuyor olmamdan dolayı olsa gerek, yanıma gelip "WHERE ARE YOU GO?" dedi..İlk başta anlamasam da sonradan jeton düştü..Beni ekipten biri zannetmişti..Bozuntuya vermemeye çalışarak "We are going to Do-Rock" dedim..Okey dedi, gitti..

Konser sonrası gerçekten de Helstar ve The Order of Chaos elemanlarıyla soluğu Do-Rock'da aldık..Yerli bir grubumuz bilindik metal parçalarını coverlıyordu.Ama hakkını vermek lazım, ismini bilmediğim solistlerinin sesi oldukça başarılıydı..

Helstar'ın çukulata renkli davulcusu Mikey Lewis ve solist James Rivera, grup Judas Priest-Painkiller'ı coverlarken sahneye fırlayıp bir canlı performans da orada sergilediler..

Saat 3 civarı yorgun argın ama mutlu bir biçimde evlerimizin yolunu tuttuk..Aklımdan Winds Of War'un sözleri geçerken uykuya daldım:

" On a cold night, in the winter winds
I lift my head, and stare to the stars
To find a path that will lead me out
To a place that will heal the scar
"



Ve fotoğraflar..


Ben, Helstar gitaristi Robert Trevino ve Oğuzhan:




Oğuzhan, Davulcu Mikey Lewis, Ben, Murat ve diğer gitarist Larry Barragan:




Ben, Rivera Baba ve Murat: (Soldaki dev kol kime ait bilmiyorum)




Sunday, September 16, 2012

İzlediğim Gruplar 1998 - ????

KREATOR - 06.06.1998
SAMAEL - 06.06.1998
OVERKILL - 29.05.1999
SENTENCED - 21.10.2000
PENTAGRAM - 18.01.2003
PARADISE LOST - 18.05.2003
OVERKILL - 07.11.2003
ANATHEMA - 20.06.2004
ANATHEMA - 02.10.2004
SEBASTIAN BACH - 07.12.2004
EVERGREY - 09.04.2005
ANATHEMA - 20.05.2005
SLAYER - 03.07.2005
IN FLAMES - 03.07.2005
HELLOWEEN - 01.02.2006
MICHAEL SCHENKER GROUP - 04.05.2006
NECROPHAGIST - 14.09.2006
ORPHANED LAND - 14.09.2006
SAMAEL - 14.09.2006
HOLY MOSES - 25.11.2006
SODOM - 25.11.2006
HAGGARD - 08.12.2006
ROTTING CHRIST - 22.04.2007
MISERY INDEX - 21.07.2007
GAMMA RAY - 21.11.2007
HELLOWEEN - 21.11.2007
SAMAEL - 30.01.2009
KEEP OF KALESSIN - 30.01.2009
POISONBLACK - 20.03.2009
KREATOR - 18.07.2009
PARADISE LOST - 18.07.2009
TESTAMENT - 29.07.2009
W.A.S.P - 19.11.2009
OVERKILL - 02.07.2010
OBITUARY - 02.07.2010
GRAVE DIGGER - 03.07.2010
AMORPHIS - 03.07.2010
NEVERMORE - 04.07.2010
THERION - 11.12.2010
BON JOVI - 08.07.2011
WHITESNAKE - 10.07.2011
JUDAS PRIEST - 10.07.2011
OPETH - 06.03.2012
HELSTAR - 14.09.2012
ONSLAUGHT - 14.10.2012
KATATONIA - 23.02.2013
DARK TRANQUILLITY - 04.05.2013
IRON MAIDEN - 26.07.2013
EUROPE - 28.09.2013
ANNIHILATOR - 11.11.2013

The Story's Over When The Crowds Are Gone




İlk gittiğim metal konseri 1998 yılında eski bir disko olan Andromeda'da düzenlenen Kreator&Samael konseriydi. Her açıdan çok değişik bir deneyimdi benim için .Öncelikle biraz korkmuştum çünkü yaşım küçüktü ve herkes bana ve yanımdaki arkadaşlarıma "ergen metalci velet" gözüyle bakıyor gibiydi. En büyük sorun ise mekanda yüzlerce kişi bulunmasına rağmen havalandırma sisteminin çalışmamasıydı. İçeride her geçen dakikada nefes almak zorlaşıyordu ve konserin sonunda tişörtümü üzerimden çıkartıp sıktığımda terlerin şapır şapır yere aktığını hatırlıyorum. Ben şahit olmadım ama bu konserde bir kişinin aşırı sıcaktan kalbinin durduğu ve hastaneye kaldırıldığı söylenir. Unutulmayacak bir başka hatıra ise o sıralarda elektronik müziğe ilgi duymaya başlayam Samael'in konserin bir bölümünde tamamen sample'lardan oluşan bir bölümü çaldığı sırada seyirciden yükselen "S....miş Samael" tezahuratı idi.."Demek ki davayı satan, metalden uzaklaşan gruplar hep böyle eleştiriliyor" diye düşünmüştüm çocuk kafamla...

Metal müzik konserleri Türkiye'de 1990'ların sonunda itibaren sıklaşmaya başladı ancak düzenlenen konser sayısı dünya ülkeleri ile karşılaştırıldığında çok düşüktü. (Bunun sebeplerinden sonraki paragraflarda bahsedeceğim) Yıllardır elimden geldiği kadar sevdiğim grupların konserlerinde bulundum. Bu esnada metal konserleri öncesinde ve sırasında yapılması ve yapılmaması gereken davranışları öğrendim. Örneğin konserin yapılacağı yere saatler öncesinden gidip kapının önünde beklemek bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü kapılar açıldığında "grubu yakından görücem" diye en öne gitsen de bir süre sonra arkalardan bir sürü azgın metalci yardıra yardıra gelip en öne geçiyordu. Çoğu zaman yerimi kaybedip arkalara çekilmek zorunda kalıyordum. Ayrıca hiçbir metal konseri zamanında başlamıyordu. (Bazı konserlerde bir, iki saat hatta bundan da uzun süre grupların çıkmasını beklediğimi hatırlıyorum) Bu yüzden artık metal konserlerine mümkün olduğu kadar geç gidiyorum. Erken gelmişsem de kuyrukta beklemektense civarda demlenmeyi tercih ediyorum..Bir de siz siz olun, Maslak Venue'de düzenlenen konserlerde oradaki oto sanayi bölgesinde çalışan heriflerle tartışmaya girmeyin, bir anda toplanıp saldırıya geçebiliyorlar...(Karşılarında pek hoşlanmadıkları tipten adamlar görünce de daha saldırgan oluyorlar)

Türkiye'de düzenlenen metal konserleri ile ilgili öğrendiğim acı gerçek ise hiçbir konserin sold-out olmadığı ve olamayacağı idi. Grupların dünya çapındaki fan kitlelerini ve konserlerine gelen ortalama seyirci sayısını düşündüğümüzde ortaya çok komik rakamlar çıkıyordu. Pek çok yerde stadyum dolduran gruplar Türkiye'de köhne mekanlarda berbat bir ses sistemi ile bir avuç insana çalmak durumunda kalıyorlardı. (Örneğin Türkiye'ye ilk defa gelen Sodom gibi baba bir gruba sadece 600 kişi gidiyor, Paradise Lost gibi metal müzik tarihinde önemli bir yere sahip olan bir grup Kemancı'da 150 kişiye bar konseri veriyordu) Türkiye'de metal konserlerine katılımın bu kadar düşük olmasının en önemli sebebi bilgi eksikliği olmalı..Maalesef birçok önemli grubun değeri Türkiye'de hiçbir zaman bilinemeyecek ve belli tarzlarda hep aynı gruplar ilgi görmeye devam edecek. (Opeth, Blind Guardian, Dream Theater vs..) Dediğim gibi bu ülkede metal müzik dinleyen insanların çoğunun yeterli bilinç ve bilgi birikimi sahibi olduklarına inanmıyorum. Pek çok dinleyici sadece günümüzün trend olmuş gruplarını takip ediyor. Geçmişin iz bırakmış efsane isimlerini ve günümüzün çok bilinmeyen cevherlerini merak eden pek yok..

Türkiye'deki metal konserlerine katılımın düşük olmasının bir başka sebebi de insanların pintiliği kanımca..Gezmeye tozmaya, boğazına, üstüne başına fütursuzca para harcayan adamların nedense bir konser biletine 40 TL verirken elleri titriyor. Mümkünse çevresini kullanıp davetiye bulmaya çalışıyorlar. Bulamazlarda ya "Bu gruba o kadar para çok" diyip, ya da konser mekanının ses sisteminin kötü olduğunu ve bu şartlarda orada konser izlenmeyeceğini falan bahane edip ortada gözükmüyorlar. Oysa ki benim sevdiğim grupların konserine bilet aldığımda içimi bir tatmin duygusu kaplıyor. Gruba bir faydam dokunduğuna, bundan sonra yapılacak yeni konserler için organizatörlere cesaret verdiğime inanıyorum. Bilmiyorum yanlış mı düşünüyorum ama ben gitmezsem, öteki gitmezse, beriki gitmezse yakında organizatörler getirecek hiçbir grup bulamayacaklar gibi geliyor. Ha bir de, "param yok" diyip konsere gelmeyen adam yalan söylüyordur. Gerçekten o grubu izlemek isteyen adam bir şekilde para bulur izler..(Gerekirse konser alanında bekleyen insanlardan bilet parası istenebilir)

Geçen Cuma Helstar'ı izledikten sonra (Bir başka postta konseri ayrıca değerlendirmek niyetindeyim) böyle bir yazı yazasım geldi. Bu vesile ile şu güne kadar izlediğim grupların bir listesini yapma fırsatı buldum. 14 senede toplam 44 grubu izlemişim. Pek az, değil mi? Avrupa'da adam bir büyük festivalde bu kadar grup izliyor zaten..Neyse, Türkiye standartları ile dünya standartlarını karşılaştırmak her yerde olduğu gibi burada da yanlış. Tek elimden gelen, konser vermeye gelen sınırlı sayıda gruba ve zarar ettiği halde hala bir şeyler yapmaya çalışan birkaç organizatöre destek vermeye devam etmek. Belki ileride de Helstar gibi sürpriz isimler ile karşılaşırız, kim bilir...


Sunday, September 09, 2012

Kavga Yaparım...




Fotoğrafı Beşiktaş Çarşısı'nda çektim.Uyarı notu, ne zaman oradan geçsem üzerinin örtülü olduğunu gördüğüm bir eskici tezgahı üzerine yapıştırılmıştı..Öncelikle kadınların erkeklere göre hayvanları daha çok sevdiğini gösteren bir kanıt bu..Ancak şu yazıyı yazan herife sorulması gereken birkaç soru var: Neden takip edeceksin ki bayanları, oracıkta uyarsan olmuyor mu? Takip edip yakaladıktan sonra nasıl rezil edeceksin? Et yerine kedi maması koyan olursa sorun yok mu mesela? En önemlisi de kavga etmek, kavga çıkarmak felan varken neden kavga yaparım?

Dünyanın En Büyük Viski Şişesi

İskoç harmanlanmış viski üreticisi The Famous Grouse (Kendisini The Little Things yazı dizimizde ayrıca ele alacağız), geçtiğimiz günlerde dünyanın en büyük viski şişesini üreterek Guinness Rekorlar Kitabı'na girmeyi başardı. İçinde tam 228 litre viski bulunan şişe, The Famous Grouse'un 107.kuruluş yıldönümü için özel olarak hazırlanmış. Bir buçuk metreden biraz fazla uzunluğa sahip olan şişe, Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'da Bomma adlı firma tarafından üretilip 1931 km yol kat edilerek The Famous Grouse'un distilasyon evinin (Glenturret Distillery) bulunduğu İskoçya'nın Crieff bölgesine getirilmiş.

Bu alanda önceki rekor, 184 litrelik viski şişesiyle Jack Daniels'e aitmiş...






Friday, September 07, 2012

The Little Things Vol:4 - Hoş Geldin İddaa


Hani bir oyunu ilk defa oynadığınızda genellikle şans yanınızda olur, biraz tesadüfi galibiyetler alır, sürpriz kazançlar sağlarsınız ya..(Acemi şansı) Ben de İddaa oyununda bu olayı resimdeki maçlardan oluşturduğum 2 kupon ile yaşamıştım..İddaa'nın yeni çıktığı zamanlardı..Birçok ligin son haftası oynanırken biraz fantaziye kaçan yüksek oranlı 2 tane kupon yapayım dedim..Örneğin Belçika'da ligden düşmemek için rakibini mutlaka yenmesi gereken Heusden Zolder(Bu arada bu takımın adını o seneden sonra bir daha duymadım) yerine rakibi Genk'e oynadım..Türkiye liginden düşmesi kesinleşen Adanaspor'nın Denizli'yi yeneceğini tahmin ettim..PSG, o sıralar en iyi zamanlarını yaşayan Lyon'u eli boş gönderir dedim..Sonuç, kazanılan 100 küsür lira ve kuponu tutan her bahis oyuncusunun içinden söylediği "Keşke biraz daha bassaydım o kuponlara" lafı oldu..İddaa, daha sonraları da birçok defa sevindirdi beni ancak bu 2 kuponun yeri her zaman ayrı oldu...

Iron Maiden - The X Factor (1995)



Bu yazıda Iron Maiden fanlarının adını duymaktan pek haz almadığı, grubun 30 seneyi aşmış tarihçesinde bir kenarda kalmış ve üvey evlat muamelesi görmüş The X-Factor albümü hakkında kendi çerçevemden birkaç değerlendirmede bulunacağım…

The X Factor, Iron Maiden'ın çok eleştirilen, grubun birçok sadık fanı tarafından yerden yere vurulan 1995 çıkışlı albümüdür.Bruce Dickinson’un gruptan ayrılmasından sonra vokallerde Blaze Bayley ile kaydedilen ilk Iron Maiden albümüdür.Kötü bir prodüksiyonu vardır, özellikle gitar kayıtları çok boğuktur ve zor duyulmaktadır..Albüm, karanlık ve karamsar bir atmosfere sahip olması ve içinde yer alan parçaların genellikle ağır tempoda ilerlemesi sebebiyle o güne kadar yapılmış bütün Iron Maiden albümlerinden biraz farklıdır..

Bunlar albüm hakkında hemen herkes tarafından söylenen ve yıllar yılı kulaktan kulağa yayıılmış yorumlardır.Benim için ise biraz özel bir yere sahip olan, hatırlattığı güzel anılar nedeniyle özel bir yere koyduğum ve hala keyifle dinleyebildiğim bir albümdür The X Factor…Ayrıca söylenilenlerin aksine hiç de vasat bir albüm değildir, tek şanssızlığı o dönemde Iron Maiden fanlarının Blaze Bayley’den fazla bir beklenti içinde olmaları ve onun aynı Bruce gibi söylemesini beklemeleridir..Bir de klasik Iron Maiden çizgisinden uzak, daha progressive ve karanlık bir altyapısı olmasından dolayı hemen kabullenmesi, içine girmesi zor bir albümdür…Bu sebeplerden dolayı grubun diskografisi içinde değeri hiçbir zaman anlaşılamayan bir başyapıt olarak kalmıştır ve kalacaktır..

Anılara dönelim..1995 yılında Orta 3’e giderken metal müzik dinlemeye yeni başlamıştım.Metallica, Megadeth, Testament, Slayer kasetleri teybimde dönüp duruyordu.O zamanlar en yakın arkadaşım olan Umut'tan bir kaset almıştım bir gün.Grubu daha önce duymuştum: Iron Maiden.Albümü ise hiç duymamıştım.(Hatta bir süre isminin The X-Factory olduğunu sanmıştım).Kaseti teybime koyduğumda ufak bir şok geçirmiştim.Çünkü bir albümden hem de ilk dinleyişte böylesine etkilenmeyi beklemiyordum..Albüm sihirli gelmişti bana.Açılış parçası Sign Of The Cross'taki sonradan adının Blaze Bayley olduğunu öğrendiğim adamın güçlü ve ritmik vokali dikkatimi çekmişti hemen..Albümde, beni dinlerken başka dünyalara götüren pek çok riff vardı..Hele Judgement Of Heaven'daki gaza getirici hızlanma bölümü harikaydı...Bu albümdeki gitar melodileri gerçekten olağanüstüydü..(Şu ana kadar dinlediğim sayısız metal albümü arasında içinde en muazzam melodilerini barındıran albümlerden biridir)

Sonra ufaktan "Acaba neler anlatılıyor bu şarkılarda?" diye merak etmeye başlamıştım.Kısıtlı İngilizcemle kaset kapağında yer alan şarkı sözlerinden anlam çıkarmaya çalışıyordum.

Albümün etkisinden çıkmak zordu..Çok sık dinlediğimi hatırlıyorum…

O zamanlar samimi olduğum Emrah adında bir vatandaş vardı okulda.O da benim gibi acemi metalciydi o aralar, hatta bayağı deneyimsizdi.Bir gün kendisiyle The X-Factor hakkında konuşurken bir anda sınıftan Yaman adında bir arkadaşımız da ortak olmuştu muhabbete.Konu aynıydı, paylaşılan duygular aynıydı, ikimizin de içinde metal müzik heyecanı vardı.The X Factor albümü, Yaman ile güzel bir arkadaşlık kurmamı sağlayarak hayatıma bir başka atraksiyon katmıştır..

Daha sonraları Yaman'la süper eğlenmiştik.FIFA turnuvaları, soluksuz geçen basket maçları, birlikte müzik dinlemeler falan.Yaman'ın kankası Kerem'le de iyi arkadaş olmuştuk..İlk defa doğru dürüst bir arkadaş grubunun içine girmiştim.Okuldan sonra da çoğu zaman birlikteydik ve süper vakit geçiriyoduk.İkisi de çok iyi ve komik çocuklardı.

Hafızamı biraz daha zorluyorum..

1997 yılına gelmiştik.Orta sonun son zamanlarıydı.Okul bitiyor diye saçlarımı uzatabildiğim kadar uzatmıştım..Bir bahar günü Cuma sabahı okula gitmek için kalkmıştım.Ama efsanevi müzik programı Rock Market'i izlemek için normalden biraz erken uyanmıştım.(Rock Market, o zamanlar TRT 1’de Çarşamba geceleri geç saatte yayınlanıyor, Cuma sabahları saat 7'de de tekrar ediliyordu.Ben de Cuma sabahları biraz erken kalkıp programı izliyordum ve sonra servise yetişiyordum..)

TV’yi açtığımda Rock Market’in sunucusu Dr.Şener Yıldız’ın anonsunu duymuştum:

''Evet, Iron Maiden'ın son albümünden bir klip yayınlıyoruz şimdi.Klip elimize yeni geçti vee..''

Amanın Lord of the Flies giriyordu gümbür gümbür..

Muhteşem bir parçadır gerçekten.Yine de klibiyle beraber dinleyince kulağıma daha bir hoş gelmişti.Gaz olmuştum…

Parçanın nakaratı aklımdan çıkmıyordu,sürekli içimden söylüyorum.Okula gittiğimde heyecanlı bir biçimde Yaman'a anlatmıştım..”Abi bugün Rock Markette Iron Maiden’ın son albümünden Lord of the Flies’in klibini yayınladılar”..(Şimdi düşününce komik geliyor tabi..Ne de olsa internet sayesinde artık her video klibe, her albüme, her şarkı sözüne ulaşabiliyoruz)

Maiden aşkı tavana vurmuştu birden.Sınıfta ''Fortunes of war...fortunes of war...no pain anymore'' diye haykırmaya başladığımızı hatırlıyorum..

Zaman geçtikçe X Factor'ün sözleri iyice ilgimi çeker olmuştu: İnançların sorgulanması..İnandığımız ilahi kuvvetin var olup olmadığını bilemememiz sorunu..Hayatın tekdüzeliği..Savaş sonrası psikolojisi..Savaşın insanın içinde oluşturduğu zihinsel yaralar…Albümün şarkı sözleri de müzik kadar karamsar idi…

Son olarak şöyle bir anım vardır albümle ilgili.Okul servisinde Tümay adında, hayatında Heavy Metal dinlememiş bir kız vardı.Bir gün bir arkadaşımla servisin teybine zorla bu kaseti koydurmuştuk.(Teybin bozuk olmadığı ender zamanlardandı)Daha ilk şarkı bitmeden Tümay'dan ''Tamam ben bu kaseti alıyorum sonra getiririm'' sözünü duymuştuk..

Tuesday, September 04, 2012

İçki Koleksiyonu - 10 / Glenfiddich Single Malt Scotch Whisky (12 Years Old)



Yazı dizimizin bu bölümünü dünyanın en çok satan malt viskisine ayırıyoruz.Bilindiği üzere malt viskiler, harmanlanmış viskilerin aksine aynı cins tahıldan, yani %100 malt arpasından üretilir.Bu bakımdan 12 yıllık Glenfiddich'in beni biraz şaşırttığını belirtmem lazım çünkü tadı harmanlanmış viskilere biraz benziyor.Taze ve hafif bir aroması var.Kokusu ise malt viskilere özgü biçimde oldukça keskin ve hoş..Glenfiddich'in diğer bütün malt viskilere gibi buz eklemeden içilmesi gerektiğini, ancak kokusunu daha da açığa çıkartmak için bardağına çok az miktarda su ilave edilebileceğini söyleyelim...

Glenfiddich, İskoçya'nın Speyside bölgesinde üretilen bir viski markası.Aynı bölgede üretilen Glenlivet ve Macallan ile rakebet halinde.Glenlivet'i henüz tatma fırsatım olmadı.Ancak Macallan ile karşılaştırdığımızda aromalarının ve kokularının farklı olduğunu söyleyebiliriz.Macallan'ın içimi sert ve aroması baharatlı olduğu halde Glenfiddich'in tadının daha yumuşak ve içiminin daha rahat olduğu görülür.Bu bakımdan ilk defa malt viski deneyecekler için iyi bir seçim olabilir..

Glenfiddich, geyik vadisi anlamına gelmektedir ve üzerinde yana doğru bakan geyik figürü göze çarpar.Üçgenimsi bir şekle sahip şişesi, tasarım bakımından mükemmeldir..12 yıllık Glenfiddich'in şişesi yeşildir (15 yıllığı açık sarı, 18 yıllığı ise kırmızı renktedir..(Henüz bunları görme şansına erişemedim)

Sonuç olarak paraya kıyıp aldığım için hiç pişmanlık duymadığım bir marka oldu Glenfiddich..Kabul ediyorum, her zaman içilecek bir içki değil (Başka bir ülkede yaşasaydık bu mümkün olabilirdi) ancak özel günlerde bir şişe açabilirsiniz, kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacağını garanti ediyorum...

Monday, September 03, 2012

The Little Things Vol:3 Sosyolog - Tezgahtar

2006 yılında üniversitenin son sınıfındayken Akmar Pasajı'nda yer alan Atlantis Müzik'te çalışıyordum. Önce part-time olarak çalışmaya başlamıştım, okul bittikten sonra da askere gidene kadar full time devam ettim. Bu dönemde pek çok dumur olay yaşanmıştı. Abuk subuk şeyler soran müşteriler (Korsan bayrağı, ilahi mp3'leri, Amerikan bayrağı baskılı külot, futbolcu dizliği, ESKİ İTALYA tişörtleri..ve daha niceleri), Misery Index konserine gittiğim gece tişörtleri dükkanın dışında unutmamız, efsane ve skandal konser maceraları (Haggard, Necrophagist, Sodom...) ve iş arkadaşlarım ile sürekli çevirdiğimiz geyikler ile genellikle iyi anılar ile hatırladığım bir iş yeridir Atlantis Müzik...

O günlerden birinde içeriye elinde fotoğraf makinesiyle bir kız girmişti. Etrafa bir süre bakındıktan sonra Roll dergisinden geldiğini, Akmar'da dolaşan insanlarla röpörtaj yaptığını, bana da birkaç soru sormak istediğini söylemişti..Kızla yaptığımız röpörtaj yaklaşık 20 dakika sürdüğü halde aşağıdaki resimde görülebildiği gibi yayınlanan kısmı sadece birkaç satır..Söylediklerimi o kadar makaslamışlar ki ortaya tuhaf ve eksik cümleler çıkmış..Örneğin birinci soruda (Akmar'da işler nasıl gidiyor?") Internetten müzik indirmenin albüm satışlarına zarar verdiğini ancak yine de belli bir kesimin CD almaya devam ettiğini, CD fiyatlarının belli kesimler için yüksek olduğunu, ancak müziğe destek vermek isteyen herkesin en azından 2.el albümleri satın alabileceğini söylemeye çalışmıştım...Bu sözler röpörtajda "Artık kimse orjinal CD almak istemiyor, insanlar haklı, CD fiyatları çok yüksek"şeklinde yayınlanmış..

"Neler dinliyorsun?" sorusuna "Genellikle rock ve metal dinlerim ama her müziği dinlemeye çalışıyorum. Bu ara 80'lere özel ilgim var" şeklinde cevap vermiş olmama rağmen beni yazıda sadece 80'ler dinleyen bir idiot gibi göstermişler..

Ayrıca üstü tarafta adımın yanında yer alan "Sosyolog - Tezgahtar" ifadesini gördükçe tebessüm etmeden duramıyorum...


Thursday, August 30, 2012

Nerde Eski Topçular...

Gheorghe Hagi, 1989 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Steaua Bükreş formasıyla Galatasaray karşısında..2 numaramız İsmail galiba..Ya da Semih de olabilir..




Ulubatlı Souness (Graeme Souness), Sampdoria formasıyla Juventus karşısında..Arka planda da Platini göze çarpmakta.Sene 1985...




Aslan Yürekli Gerets (Eric Gerets), 1981 yılında Standart Liege'de oynarken..Egemen Korkmaz'a benziyor değil mi?





Luis Figo, Sporting Lizbon'da henüz kariyerinin başındayken kıvır kıvır saçlarıyla dikkat çekiyor.Yıl 1995...





Kendisi futbolcu olmasa da bu resmi hoşuma gitti.Reggae efsanesi Bob Marley, ilginçtir ki 1977 yılında futbol oynarken ayak parmağında açılan bir yaradan dolayı deri kanseri olmuş, bu da 1981 yılında ölümüne yol açmıştır..


The Little Things Vol:2 - In The Woods ... - Strange In Stereo Promo CD


Nadir bulunan bir Promo CD olsa gerek ama onu benim gözümde değerli yapan bu değil..Norveçli Black/Avant-Garde/Progressive Metal grubu In The Woods'un (Kendilerini saygıyla anıyoruz) Omnio başyapıtından 2 sene sonra çıkardığı Strange in Stereo, belki ikinci bir Omnio değildir ama grubun bir başka derin, karanlık ve mükemmel albümüdür.(Zaten grup Strange in Stereo'dan sonra bir toplama albüm ve bir konser albümü yayınlayıp dağılmıştır) Elimdeki Promo CD'si, grubun o zamanlardaki plak şirketi İngiliz Misanthropy Records tarafından basılmış..Misanthropy Records'un 2000 yılında kapanmış olduğunu düşünürsek artık bayağı zor bulunabilen bir CD olsa gerek..Neyse, başta da belirttiğim gibi beni ilgilendiren nadir bulunması değil..Çok sevdiğim, yıllardır ara ara dinlediğim bir albüm olduğu için burada da paylaşayım dedim...


Sunday, August 26, 2012

The Little Things Vol:1 - Finlandia Vodka


Daha önce de belirtiğim gibi Finlandia Vodka, şu ana kadar içmiş olduğum en lezzetli votkadır.Hem sadesi hem de meyveli çeşitleri birbirinden nefis olan içkinin üreticileri sanırım Türkiye pazarına yatırım yapmayı düşünüyorlar ki böyle çekici bir kutu üretmişler.Sadece Türkiye için hazırlanan kutuların içinden bir tane 70'lik şişe (sade) ve "Saf Buzul Suyu" veya "Gece Yarısı Güneşi" temaları ile Finlandiya'yı hatırlatan bir votka bardağı çıkıyor.Satın aldığınızda "The Very Tired Rooster" veya "Ratatosk" adları verilmiş bardaklardan birisine sahip oluyorsunuz.(Birincisini Cerenciğim bana hediye aldığında içinden The Very Tired Rooster çıkmıştı.Bu yüzden ikincisini alırken özellikle içine baktım ve Ratatosk da benim oldu) Tasarımı Klaus Haapaniemi adında Finlandiyalı bir sanatçı tarafından yapılan bu bardakları ve bu özel seti kaçırmayın derim..Migros ve Carrefour'da halen bulunabilmekte ancak sınırlı sayıda kalmış...


En Büyük Heavy Metal


Türkiye'nin heavy metal ile ilk tanıştığı zamanlardan bir fotoğraf.Açılan pankart 80'lerin havasına ne kadar uyuyor değil mi?Saf, içten, abartısız..

Kaynak: Türkiye'de Ağır Müziğin Geçmişi

Monday, August 20, 2012

Bolt Thrower - War Master (1991)

Genellikle yavaş ve orta tempoda icra ettikleri agresif death metal soundunu enfes melodiler ile dinleyicinin beynine kazıyan Bolt Thrower, yolundan hiç sapmadan 80'lerden günümüze kadar gelen bir İngiliz metal devi. Değişimlerden uzak durması grubun her albümünde kendini tekrarladığı anlamına gelmesin; Bolt Thrower, her albümünde bir önceki albümlerinin üzerine bir şeyler koyabilmiş ve yaratıcılığını hiçbir zaman kaybetmemiş bir grup. Öyle ki 2005 yılında çıkan Those Once Royal albümlerinden sonra "Henüz bundan daha iyisini yapamadıkları"gerekçesiyle yeni bir kayıt yayınlamadılar. Grubun yeni albümünün ancak öncekilerden daha iyisini yaptıklarına ikna olduğunda yayımlanacağı duyuruldu. Bolt Thrower'a saygı duymak için yukarıda belirtilen nedenler yeterli aslında. Yıllardır metal fanlarının ya çok seveceği ya da nefret edeceği, tavizsiz, safkan death metal yapıyorlar. Genellikle yavaş ve orta tempolu soundları ve çok brutal olmayan vokalleri nedeniyle kimi çevreler tarafından "Easy listening death metal"grubu olarak görülse de bence bu görüşe katılmak mümkün değil. Death Metal mutlaka çok brutal olmak zorunda değil; kuvvetli bir armoni, ustaca yazılmış melodiler ve şarkı sözleri ile de gayet güzel icra edilebilir kanımca. Bu arada grubun şarkı sözlerinin genellikle savaşlar, savaşta verilen kayıplar ve Warhammer 40K oyunu ile ilgili olduğunu söyleyelim... War Master albümüne geri dönecek olursak...Elimde 1991 yılında Earache Records tarafından piyasaya sürülmüş ilk baskı CD'si bulunan ve 5.parçası (Destructive Infinity) bonus track olarak yer alan albüm, baştan aşağı kaliteli melodiler ile bezenmiş ve genellikle ağır tempoda başlayıp ortalarına doğru hızlanan parçalarla dolu enfes bir albüm. 90'lı yılların başında çıkmış olmasına rağmen produksiyonu gayet sağlam. Her enstrümanın temiz biçimde duyulduğu; gitarlarda Gavin Ward ve Barry Thompson, davulda Andy Whale, bas gitarda Jo Bench (Bu arada Jo Bench, bir metal grubunda bas gitar çalan ender bayan müzisyenlerden) ve vokallerde Karl Willets'ten oluşan kadrosuyla grubun üçüncü albümü olarak yayımlanmış. Unleashed (Upon Mankind) introsu ile açılan War Master'ın başındaki kısım aslında bütün albümün kısa bir özeti gibi. Ağır, tehditkar bir havada ve düşük tempoda başlayan parça; ortalarına doğru hızlanıp dineyiciyi gaza getirmekte.2.parça olan What Dwells Within, kanımca hem albümün hem de Bolt Thrower tarihinin en baba parçalarından biri. Nefis gitar melodileri ile tam bir oldschool death metal ziyafeti sunuyor. The Shreds of Sanity ile doyurucu ikram devam eder. Bu parça aksak gitarları ve davulları ile bence albümün klas parçalarından biridir.. Profene Creation, hem yavaş hem de hızlı tempoda mükemmel melodiler içeren bir başka Bolt Thrower güzelliğidir. Albümün 6.parçası olan Final Revelation ise kısa, vurucu, fırtına gidir. Ne zaman başlayıp ne zaman bittiği anlaşılmaz. Albüm ile aynı adı taşıyan parça da yine güçlü ve agresiftir. İnsanlığın yok oluşu ve yeni bir kurtarıcının (War Waster)gelişi ile ilgili sözleriyle dikkat çeker: "..Now once more..We rise to fall Man's destruction..In the final war Nothing's left..Of the human race The planet's end..Our destiny oblivion" Albümün sonunda yer alan iki sıkı parça (Rebirth of Humanity ve Afterlife) ile bu nefes kesen death metal yolculuğu sona erer. Son parçadaki kapanış solusu tam anlamıyla epiktir. Bolt Thrower'ın metal müzik dinleyicileri için bir nimet olduğuna inanıyorum. Bu grup bence ölüm müziğini sevme sebebi, İngiliz metaline saygı duyma gerekçesi...20 küsür seneden beri hiçbir trende aldırış etmeden bildikleri, sevdikleri tarzdan hiç uzaklaşmadan yolunda ilerleyen adamlardan bahsediyorum. Günümüzün metalcore, drone gibi zırvalıklarının yanında hala ışıl ışıl parıldayan bir isim Bolt Thrower. Var oldukları için şükrediyorum ve Those Once Royal'dan daha iyisini yapabilmelerini temenni ediyorum, aksi halde maalesef death metal efsanelerinden birinin sonuna tanıklık edeceğiz...