Sunday, September 01, 2019
Tuesday, August 13, 2019
Efsane Oyunlar - 5 / Indiana Jones And The Fate Of Atlantis (Lucasfilm Games-1992)
Neredeyse 30 seneden beri adventure oyunlarıyla haşır neşir olan bir insan olarak bazı istisnalar dışında son yıllarda çıkan adventure oyunlarından çok keyif alamıyorum. Muhteşem grafiklerle, animasyonlarla, ses efektleriyle donatılmış bu tarz çoğu oyunun senaryosu sürükleyici olmaktan uzakta ve çözülmesi gereken puzzle'ların saçmalıkları insanı çileden çıkartıyor. Bu nedenle zamanın fiyakalı adventure oyunları yerine gönlümden The Secret Of Monkey Island, Leisure Suit Larry, Broken Sword, Gabriel Knight gibi grafik olarak çok üst seviyede olmayan ancak atmosferiyle, esprileriyle ve kendine özgü karakterleriyle bir başladığınızda başından kolay kolay kalkamayacağınız klasikleri tekrar oynamak geçiyor.
Geçenlerde yine bu eski adventure oyunu oynama isteğim tavan yapmışken aklıma 11 yaşında bir Amiga-500 sahibiyken başladığım ama bitiremediğim Indiana Jones And The Fate Of Atlantis geldi. Renkli grafikleri, merak uyandıran senaryosu ve harika espirileriyle hatırladığım bu oyunda bir yerlerde takılmış, internet henüz icat edilmemiş olduğundan dolayı o takıldığım yeri nasıl geçileceğini kimseye soramamış ve mecburen oyunu bir kenara atmak zorunda kalmıştım..26 sene sonra oyuna tekrar başlamaya karar verdiğimde kendimi yaşlı gibi hissettim, gözümün önünde çocukluk hatıraları canlandı..(Neyse, bu başka bir yazının konusu. Bu arada bunca zaman geçmesine rağmen oyunu torrentlere yükleyen insanlardan allah razı olsun)
1992 yılında Lucasfilm Games (Firmanın ismi daha sonra LucasArts olarak değişecekti) tarafından piyasaya sürülen Indiana Jones And The Fate Of Atlantis'te tabi ki yılanlardan nefret eden ünlü arkeolog ve maceraperest Dr.Indiana Jones'u kontrol ediyoruz..Şapkalı ve kamçılı adam Indy ile yüzyıllar önce yeryüzünden silinmiş kayıp şehir Atlantis'i ararken Naziler de sadece Atlantis'te bulunan ve tanrı yarattığına inanılan bir elementi bularak dünyanın liderliğini ele geçirmek amacıyla bizi takip ediyorlar..
Komedi öğelerini Harrison Ford'un muhteşem oyunculuğu, müthiş bir gizem ve tarih bilgisi ile harmanlayan İndiana Jones filmlerine paralel olarak oyunda da benzer atmosferi hissediyorsunuz..
Indiana Jones And The Fate Of Atlantis, içinde seslendirme aktörlerinin konuşmaları kullanılan ilk adventure oyunlarından biri olma özelliğini taşıyor. Dr.Jones'u seslendiren Doug Lee isimli şahsın performansı hiç de yabana atılacak cinsten değil. Indy'ye eşlik eden güzeller güzeli arkeolog ve medyum Sophia Hapgood karakterini da Jane Jacobs adında bir aktör seslendirmiş..
Fate Of Atlantis'i zamanının diğer adventure oyunlarından farklı yapan bir diğer faktör de oyuncuya ilerlemek için her biri birbirinden farklı bulmacalar ve itemlarla dolu 3 ayrı yol sunması..Dilerseniz yardımcınız Sophia ile işbirliği yapıp kaderinizi birlikte belirliyor, isterseniz "Önüme geleni pataklarım" diyip yumruklarınızı konuşturarak bol bol Nazi dövüyor, ya da kaba kuvvet yerine aklınızı kullanarak Atlantis'i bulma yolunda ilerliyorsunuz. Vereceğiniz kararlar ve diğer karakterlerle yaptığınız konuşmalar oyunun gidişatını etkiliyor. Bu nedenle sık sık kendinize "Acaba diğer yolu seçseydim ne olurdu?" sorusunu sormanız ve birçok kere belli yerlerde save edip diğer alternatifleri denemek istemeniz kuvvetle muhtemel..
Türünün klasik bir örneği olarak oyun ekranının sol alt köşesinde köşesinde "Open", "Talk To", "Use", "Pick Up", "Give" gibi birtakım komutlar yer alıyor ve neredeyse bütün ilerlemeyi bu komutlar sayesinde ekranda yer alan bazı objelerle etkileşime girerek gerçekleştiriyorsunuz. Sağ alt köşede de yine puzzle'ları çözmek için kullanmanız gereken o sahip olduğunuz eşyalar gösteriliyor..
Çıktığı yıl eleştirmenlerden büyük övgüler alan, yılın adventure oyunları kategorisinde çeşitli ödüller kazanan Indiana Jones And The Fate Of Atlantis, benim de şu ana kadar oynadığım en iyi adventure oyunları listesinde ilk 3'te yer alıyor. (Diğerleri Broken Sword:The Shadow Of The Templars ve Gabriel Knight: Sins Of The Fathers) Zamanının ötesinde harika grafikleriyle, tam bir Indiana Jones filmine yakışacak heyecanlı senaryosuyla (Filmi çekilseydi çok başarılı olacağını düşünüyorum), şaşırtıcı ve muazzam espirileriyle, şirin animasyonlarıyla bu tarz oyunlardan keyif alanların mutlaka oynaması gereken bir klasik olduğunu düşünüyorum. Yanlız şu Sunstone, Moonstone ve Worldstone'ları align etme olayını bir türlü çözemedim, her seferinde tüm kombinasyonlari deneyerek geçebiliyorum. Mantığını anlayabilmeyi çok isterdim doğrusu..
Friday, July 26, 2019
Pide Is The Law
Thursday, April 18, 2019
Saturday, March 16, 2019
1.000 Ratings
Tuesday, January 08, 2019
6 Ocak 2019 (Tanrım Bizi Türklerden Koru!)
"Hoşlandığım birisi var ama bana yüz vermiyor, sence ne yapmam lazım?" diye sordu Pazar sabahı saat 06:45'te sınav mesaisi için Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü'ne gitmek üzere bindiğim taksinin şoförü..
Dönüp adama baktım. 50'li yaşlarında kelli felli bir abiydi.
"Bence unutmaya çalış abi bir başkasını bulursun" diye cevapladım.
"Ya unutmak mümkün değilse?"diye devam etti adam.
Nasıl bir yanıt versem de çenesini kapatsa diye düşündüm. Belki de genel bir şey söylemek işe yarayabilirdi.
"Bu dünyada unutulmayacak bir şey yok abi" dedim. Gerçekten de "Haklısın" deyip daha fazla uzatmadı.
*****
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'ne geldiğimde gün daha ağarmamıştı. Saat 09:00'a kadar zaman sınav hazırlığı içinde koşuşturmayla geçti. Sınav başladıktan sonra okulu biraz dolaşayım dedim. Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne geldiğimde panoda şöyle bir şeyin asılı olduğunu gördüm:
Kitabı internetten biraz araştırdım. İçinde böyle dualar varmış mesela:
Uzun zamandır gördüğüm en merak uyandırıcı şey olabilirdi. Yanlız neden Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün katında asılmış olduğunu bir türlü anlayamadım..
*****
Günün geri kalan kısmı ise 3'e kadar sınavın bitmesini bekleyerek, akşam da Sevilla ile Atletico Madrid'in 1-1 berabere kalarak Barcelona'nın ekmeğine yağ sürdükleri maçı izleyerek geçti. (Bu sene de şampiyon Katalanlar olacak herhalde)
Dönüp adama baktım. 50'li yaşlarında kelli felli bir abiydi.
"Bence unutmaya çalış abi bir başkasını bulursun" diye cevapladım.
"Ya unutmak mümkün değilse?"diye devam etti adam.
Nasıl bir yanıt versem de çenesini kapatsa diye düşündüm. Belki de genel bir şey söylemek işe yarayabilirdi.
"Bu dünyada unutulmayacak bir şey yok abi" dedim. Gerçekten de "Haklısın" deyip daha fazla uzatmadı.
*****
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi'ne geldiğimde gün daha ağarmamıştı. Saat 09:00'a kadar zaman sınav hazırlığı içinde koşuşturmayla geçti. Sınav başladıktan sonra okulu biraz dolaşayım dedim. Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne geldiğimde panoda şöyle bir şeyin asılı olduğunu gördüm:
Kitabı internetten biraz araştırdım. İçinde böyle dualar varmış mesela:
Uzun zamandır gördüğüm en merak uyandırıcı şey olabilirdi. Yanlız neden Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü'nün katında asılmış olduğunu bir türlü anlayamadım..
*****
Günün geri kalan kısmı ise 3'e kadar sınavın bitmesini bekleyerek, akşam da Sevilla ile Atletico Madrid'in 1-1 berabere kalarak Barcelona'nın ekmeğine yağ sürdükleri maçı izleyerek geçti. (Bu sene de şampiyon Katalanlar olacak herhalde)
Saturday, January 05, 2019
Yaşanmışlıklar - 14 / Hayatımın En Soğuk Gecesi + İznik By The Lake
2017'nin Aralık ayı sonlarına doğru uzun yıllardır bir özel bankanın genel müdürlüğünde birlikte çalışmaya devam eden ve geçmişte de güzel anılar biriktirmeyi başarmış beyaz yakalı 3 arkadaşın feci halde canı sıkılıyordu. Hem yaklaşmakta olan ultra gereksiz ofis içi yılbaşı kokteylinden kaçmak, hem de birkaç günü stresten uzak sakin bir yerde geçirip biraz kafa dağıtmak niyetindeydiler; fakat tek sorun hangi istikamete doğru ilerlemeleri gerektiğini bilmemeleriydi..Arayışlar devam ederken cömert teklif beklenmedik bir anda ofiste yan kübiğimde oturan K.Y.'den geldi: "Bizim Armutlu'da yazlık evimiz var. Şu an müsait, isterseniz anahtarını size vereyim birkaç gün kalın"
Teklifi masaya yatıran 3 arkadaştan İ.G. ve B.Ş.; daha önce uzun yola çıkmış ve herşeyden önemlisi samimi, eğlenceli, kafa dengi çocuklardı..Üçüncü kişi ise ben (S.K.) oluyorum..Ehliyetim olmamasına rağmen kardeşimden babadan yadigar arabayı ödünç alabileceğime dair garanti aldım ve benzin parasını ortak karşılayarak yola çıkabileceğimizi arkadaşlarıma ilettim. Kısa bir durum değerlendirmesi yaptık. Hava o günlerde ayaz mı ayaz olmasına rağmen ev sahibi K.Y.'nin "Evde soba var, merak etmeyin" demesi bize cesaret verdi. Zaten üçümüzün de kafasını türlü türlü düşünceler meşgul ediyordu, bulunduğumuz yerden birkaç günlüğüne de olsa uzaklaşmak niyetindeydik, e altımızda araba da olacaktı..Neden olmasındı?
24 Aralık 2017 Pazar günü yola çıkıp Armutlu'da K.Y.'nin evinde birkaç gün kalarak İstanbul'a dönmek konusunda anlaştık. Ancak o akşam Galatasaray'ın kendi sahasında Göztepe ile maçı vardı ve arkadaşlarım kombine bilet sahibi olduklarından dolayı maçı izlemek istiyorlardı. Plana göre İ.G. ve B.Ş., maçtan sonra Seyrantape'den çıkıp bizim muhite (Acıbadem) geleceklerdi ve arabayı alıp yola koyulacaktık..
O hafta sonuna doğru ev sahibimiz K.Y., Armutlu'da evin bulunduğu yeri gösteren bir kroki çizdi ve şöyle söyledi: "Caddedeki benzin istasyonunun ilerisinde bir trafo var. Trafonun yanındaki toprak yoldan gireceksiniz. Bizim ev o yolun sonundaki soldan ikinci ev".."Nasıl olsa navigasyon var, buluruz" diye üzerinde fazla durmadık...
Pazar günkü maçın bitişi 9'u, İ.G. ve B.Ş.'nin stadtan çıkıp Acıbadem'e gelmeleri ise 11'i buldu. Bira alıp birşeyler yedikten sonra saat 12 gibi yaklaşık -1 derecelik havada Armutlu'ya doğru yola koyulduk.
Yalova sınırından geçtikten sonra yolda gördüğümüz araba sayısı hızla azalmaya, Armutlu'ya geldiğimizde ise sokaklardaki insan sayısı bir elin parmaklarını geçmememeye başladı. Etrafta dolaşan seri katil esprileriyle içimizi ısıtmaya çalışırken bölgenin gecenin karanlığında dünyanın en ürkütücü yerlerinden biri olduğuna karar getirmiştik. Ortalıkta adres soracak tek bir allahın kulu yoktu ve navigasyon ile yönümüzü bulma gayreti içindeydik ancak karanlıkta yanlış yollara girmiş olduğumuzdan dolayı aynı yerlerde birkaç kere tur attık. Sonunda saat 3 buçuğa yaklaşırken ve İstanbul'a geri dönme önerileri gündeme gelmeye başlamışken önce K.Y. arkadaşımızın krokide işaret ettiğini umduğumuz benzin istasyonunu, onun biraz ilerisinde ise elektrik trafosunu gördük. Trafonun yanından arabanın zorlukla girebileceği, girse de çukurlar nedeniyle patinaj çekme riskiyle karşı karşıya kalacağı çamurlu bir yol uzanıyordu. Zifiri karanlıkta yolun nereye çıktığını görmek imkansızdı. Bir süre ne yapmamız gerektiğini tartıştık. Ya bu trafo o trafo değilseydi? Gecenin dondurucu soğuğunda gidip kontrol mu etmeli yoksa doğrudan geldiğimiz yoldan sıcak evlerimize geri mi dönmeliydik?
Sonunda İ.G. ve ben arabayı ıssız yolun girişinde bırakarak ve karşımıza ayı çıkması, kayarak uçuruma düşmek, karanlıkta kaybolup donarak ölmek gibi riskleri göze alarak yolun nereye ilerlediğini görmeye karar verdik. B.Ş. ise arabada kalmayı tercih etti..Tam arabadan inerken radyoda The Cure'un "Killing An Arab" parçası çalmaya başladı..Acaba gün ağarırken Armutlu'da donmuş ya da parçalanmış 3 ceset mi bulunacaktı yoksa kafamızı sıkabileceğimiz sıcak bir eve ulaşarak maceramıza devam edebilecek miydik?
İ.G. ile arabadan indikten sonra önce küçük abdestimizi yapıp rahatlayalım dedik ama su döktüğümüz yerin hemen yanında bir mezar taşı olduğunu karanlık yüzünden biraz geç fark ettik! Gerçekten de üzerinde arapça yazılar yazan beyaz bir taşın yanında görmüşüz işimizi ve bunu fark ettiğimizde iş işten geçmişti..Birisinin mezarına işeyerek belki de kendi mezarımızı kazmıştık.."Kesin lanetlendik olum, ya bu mezarın sahibi evliyaysa, hocaysa falan?"diye konuşmalar geçti aramızda..
Neyse, bir karar vermiştik ve bunu uygulayacaktık. İ.G. ile 2 adım ilerisinin bile zor görüldüğü çamurlu toprak yolda sadece telefonun ışığının rehberliğinde yürümeye başladık. Bir iki adım attıktan sonra karanlıkta karşıdan bize doğru gelmekte olduğunu zannettiğimiz iki silüet görmemiz içimizdeki dehşeti bir anda had safhaya ulaştırdı ki telefonunun ışığından dolayı kendi gölgelerimizi görmüş olduğumuzu fark ederek rahatladık..
Kör karanlıkta 5-6 dakika kadar yürüdükten sonra ileride bir çit ile çevrelenmiş ve içinde hiçbir ışık yanmayan bir ev gördük."Herhalde aradığımız ev budur" diye düşünerek çitin ortasında yer alan kapının kilidine anahtarı soktuk. Açılmıyordu..Diğer anahtarı denedik, hatta çaresizce kapıyı zorladık. Olmuyordu..Bu arada o sırada o kadar garip bir ruh hali içindeymişiz ki başkasının evine zorla girmeye çalıştığımızın farkına varamamışız..Evde uyuyan birisi olabilirdi ve gecenin bir vaktinde evinin kapısını zorlayan iki yabancıya tüfekle ateş açsaydı kimse onu suçlayamazdı..
"Arabaya geri mi dönsek etrafı biraz daha mı araştırsak?" ikilemiyle karşı karşıyaydık..O sırada K.Y.'nin "Soldan ikinci ev" lafı aklımıza geldi. Gerçi zifiri karanlıkta hangi evin ikinci hangi evin üçüncü olduğunu anlamak mümkün değildi, hatta civarda bir başka evin olup olmadığını bile bilmiyorduk ama şansımızı denemeye karar verdik. Yaklaşık 10-15 dakikalık bir araştırma neticesinde bir başka ev ile karşılaştık. Bu evin de çitlerle çevrilmiş bir ön kapısı vardı. Anahtarı elime aldığımda: "Tamam artık, bu sefer de olmazsa geri dönüyoruz ve defolup gidiyoruz buradan" dedim...
Kapının açıldığında yaşadığımız mutluluk çölde vaha bulan adamın yaşadığından eksik olamazdı. Evin yerini aklımızda tutmaya çalışarak geldiğimiz yoldan geri dönüp B.Ş.'yi almak üzere tekrar ağır ve dikkatli adımlarla yürümeye başladık..
Trafonun yanında duran arabada bekleyen B.Ş.'nin yanına geldiğimizde hala hayatta olduğumuz için şükrediyorduk.."Araba bu yoldan geçer mi? Geçse bile patinaj yapar mı, çamura saplanır mı?"tartışmaları İ.G.'nin direksiyon başına geçmesiyle sonlandı. Usta sürücülüğünü konuşturarak arabayı yavaş yavaş ilerletti ve evin bulunduğu yerin yakınındaki çimenlik araziye park etti. Sonunda ısınabileceğimiz bir yer bulmuş olduğumuzdan dolayı inanılmaz bir sevinç içerisindeydik.
Dışarısının soğuğunun iyiden iyiye içine sinmiş olduğu evin kapısından içeri girdiğimizde saat sabaha karşı 4'ü geçiyordu. Girer girmez kapının yanında yer alan sobayı fark ettiğimizde arkadaşlarla göz göze geldik. Gördüğümüz şey eski usul bir odun sobasıydı. Hatta hayatımda gördüğüm en eski soba olabilirdi..
Sobanın yanındaki gazete kağıtların yardımıyla odunları tutuşturmaya çalıştık. 10 dakika içinde sobanın içinden dumanlar yükselmeye başladı. Karbonmonoksit zehirlenmesinden eşek cennetini boylamak riskini göze almayarak kağıtları söndürdük ve ısınmak için başka bir bulmaya çalıştık. Ama yoktu...
"Bu geceyi bir şekilde geçirelim, ertesi gün belki elektrikli ısıtıcı alırız" düşüncesi öne çıktı. Üzerimize alabileceğimiz kadar battaniye alarak yatmaya karar verdik. İ.G. ile B.Ş. oturma odasındaki yataklara uzanırlarken ben de sobanın hemen yanındaki yatağa üzerimde mont, bere, çoraplar ve 2 battaniyeyle kıvrıldım..O arada yanlışlıkla İ.G.'nin daha önceden kendine ayırmış olduğu battaniyeyi almışım. Neyse ki kaldıkları odada fazladan battaniye varmış..
Muhtemelen hayatımda Armutlu'daki o küçük yazlık evde uyumaya çalışmakla geçen birkaç saat içerisinde üşüdüğüm kadar başka bir zaman üşümemişimdir. Bir ara uykuya dalmak üzereyken karşı odadan İ.G. ve B.Ş.'nin "Olum adamın sesi kesildi, dumandan zehirlenmiş olmasın..Zaten sobanın yanına yatıyor" dediklerini duyduğumu hatırlıyorum...
Sabah 8'e doğru yataktan kalktığımda arkadaşlarımın da buz tutmuş olduğunu gördüm. İ.G., İstanbul'da kalan çocuklarını uyandırmak için saat 7'de kalkmış. Bana "Bir ara inlemeye benzer sesler çıkartıyordun" dedi...
Evde kahvaltı için birşeyler olup olmadığına bakmak için buzdolabını açtığımızda içinde sadece dondurma olduğunu görmek de bu maceranın bir diğer ironik anıydı...
Elektrik sobası almak fikri tekrar gündeme geldi ama onun bile işe yarayacağı şüpheliydi. Bu evde bu koşullar altında bir geceyi bırak bir saat bile geçirmek her babayiğidin harcı değildi.
Kendimizi arabaya atarak ne yapacağımızı düşünmeye başladık. (Sanırım arabanın içinde uyusaydık bu kadar üşümezdik). İ.G.; kahvaltı için Gemlik tarafına gitmeyi, daha sonra da İznik yakınlarında kemiklerimizi ısıtabilmek için bir kaplıca bakmayı önerdi. Armutlu'dan çıkarak dağ eteklerindeki virajlı yollardan Gemlik'e ulaştığımızda öyle bir acıkmışız ki bir köftecide oturup adam başı 1 kilo köfte yedik..
Daha sonra İznik tarafında birkaç kaplıca baktık (Hatta önünden geçtiğimiz kaplıcaların birinin adı KERAMET KAPLICASI idi) ama hem yanımızda uygun kıyafet bulunmadığından, hem de kış günü suya girip daha çok üşüme endişesi nedeniyle bu işten vazgeçtik. Önce İznik Gölü'ne gidip nefis manzaranın tadını çıkarttık, daha sonra da deniz kenarında Askania isimli şirin bir mekanda oturarak işten güçten, hayatımıza girenlerden-çıkanlardan, eski güzel günlerden ve bizim hangi akla hizmet kışın ortasında Armutlu'ya geldiğimizden falan konuştuk..
Akşam 8'e doğru İstanbul'a dönmek için yola çıktık. En az 2 gecelik planladığımız gezi, öngörülemeyen sebepler yüzünden 24 saat bile sürmemişti ancak geride enfes İznik Gölü manzaraları ve böylesine absürt anılar bıraktı.
En çok şaşırdığım şey ise neredeyse Sibirya soğuklarını iliklerimizde hissetmiş olduğumuz o gecenin ardından hiçbirimizin hasta olmamasıydı. Bir de İstanbul'a döndükten sonra K.Y.'ye "Ya biz galiba orada birinin mezarına işedik" dedikten sonra aldığımız "Orası mezar değil, NAMAZGAH" cevabı yürüklerimize biraz su serpti...
Son olarak yazıyı birkaç fotoğrafla renklendirelim...
Odun sobasının yanında kaderini bekleyen ben: (Evsiz gibiyim. Ha bir de o anda tam ihtiyacım olan şey soğuk biraydı tabi...)
Eve vardığımızda İ.G. ve B.Ş. ile beraber:
Efsane gecenin sabahında evin önü:
Hiç yakamadığımız sobanın yanında ısınır gibi yapma pozu:
İznik Gölü: (Arkadaki dağlarda görülen küçük kar tabakaları nedense çok hoşuma gitmişti)
Askania'daki şirin mi şirin köpekçik ile yakınlaşma anları:
Teklifi masaya yatıran 3 arkadaştan İ.G. ve B.Ş.; daha önce uzun yola çıkmış ve herşeyden önemlisi samimi, eğlenceli, kafa dengi çocuklardı..Üçüncü kişi ise ben (S.K.) oluyorum..Ehliyetim olmamasına rağmen kardeşimden babadan yadigar arabayı ödünç alabileceğime dair garanti aldım ve benzin parasını ortak karşılayarak yola çıkabileceğimizi arkadaşlarıma ilettim. Kısa bir durum değerlendirmesi yaptık. Hava o günlerde ayaz mı ayaz olmasına rağmen ev sahibi K.Y.'nin "Evde soba var, merak etmeyin" demesi bize cesaret verdi. Zaten üçümüzün de kafasını türlü türlü düşünceler meşgul ediyordu, bulunduğumuz yerden birkaç günlüğüne de olsa uzaklaşmak niyetindeydik, e altımızda araba da olacaktı..Neden olmasındı?
24 Aralık 2017 Pazar günü yola çıkıp Armutlu'da K.Y.'nin evinde birkaç gün kalarak İstanbul'a dönmek konusunda anlaştık. Ancak o akşam Galatasaray'ın kendi sahasında Göztepe ile maçı vardı ve arkadaşlarım kombine bilet sahibi olduklarından dolayı maçı izlemek istiyorlardı. Plana göre İ.G. ve B.Ş., maçtan sonra Seyrantape'den çıkıp bizim muhite (Acıbadem) geleceklerdi ve arabayı alıp yola koyulacaktık..
O hafta sonuna doğru ev sahibimiz K.Y., Armutlu'da evin bulunduğu yeri gösteren bir kroki çizdi ve şöyle söyledi: "Caddedeki benzin istasyonunun ilerisinde bir trafo var. Trafonun yanındaki toprak yoldan gireceksiniz. Bizim ev o yolun sonundaki soldan ikinci ev".."Nasıl olsa navigasyon var, buluruz" diye üzerinde fazla durmadık...
Pazar günkü maçın bitişi 9'u, İ.G. ve B.Ş.'nin stadtan çıkıp Acıbadem'e gelmeleri ise 11'i buldu. Bira alıp birşeyler yedikten sonra saat 12 gibi yaklaşık -1 derecelik havada Armutlu'ya doğru yola koyulduk.
Yalova sınırından geçtikten sonra yolda gördüğümüz araba sayısı hızla azalmaya, Armutlu'ya geldiğimizde ise sokaklardaki insan sayısı bir elin parmaklarını geçmememeye başladı. Etrafta dolaşan seri katil esprileriyle içimizi ısıtmaya çalışırken bölgenin gecenin karanlığında dünyanın en ürkütücü yerlerinden biri olduğuna karar getirmiştik. Ortalıkta adres soracak tek bir allahın kulu yoktu ve navigasyon ile yönümüzü bulma gayreti içindeydik ancak karanlıkta yanlış yollara girmiş olduğumuzdan dolayı aynı yerlerde birkaç kere tur attık. Sonunda saat 3 buçuğa yaklaşırken ve İstanbul'a geri dönme önerileri gündeme gelmeye başlamışken önce K.Y. arkadaşımızın krokide işaret ettiğini umduğumuz benzin istasyonunu, onun biraz ilerisinde ise elektrik trafosunu gördük. Trafonun yanından arabanın zorlukla girebileceği, girse de çukurlar nedeniyle patinaj çekme riskiyle karşı karşıya kalacağı çamurlu bir yol uzanıyordu. Zifiri karanlıkta yolun nereye çıktığını görmek imkansızdı. Bir süre ne yapmamız gerektiğini tartıştık. Ya bu trafo o trafo değilseydi? Gecenin dondurucu soğuğunda gidip kontrol mu etmeli yoksa doğrudan geldiğimiz yoldan sıcak evlerimize geri mi dönmeliydik?
Sonunda İ.G. ve ben arabayı ıssız yolun girişinde bırakarak ve karşımıza ayı çıkması, kayarak uçuruma düşmek, karanlıkta kaybolup donarak ölmek gibi riskleri göze alarak yolun nereye ilerlediğini görmeye karar verdik. B.Ş. ise arabada kalmayı tercih etti..Tam arabadan inerken radyoda The Cure'un "Killing An Arab" parçası çalmaya başladı..Acaba gün ağarırken Armutlu'da donmuş ya da parçalanmış 3 ceset mi bulunacaktı yoksa kafamızı sıkabileceğimiz sıcak bir eve ulaşarak maceramıza devam edebilecek miydik?
İ.G. ile arabadan indikten sonra önce küçük abdestimizi yapıp rahatlayalım dedik ama su döktüğümüz yerin hemen yanında bir mezar taşı olduğunu karanlık yüzünden biraz geç fark ettik! Gerçekten de üzerinde arapça yazılar yazan beyaz bir taşın yanında görmüşüz işimizi ve bunu fark ettiğimizde iş işten geçmişti..Birisinin mezarına işeyerek belki de kendi mezarımızı kazmıştık.."Kesin lanetlendik olum, ya bu mezarın sahibi evliyaysa, hocaysa falan?"diye konuşmalar geçti aramızda..
Neyse, bir karar vermiştik ve bunu uygulayacaktık. İ.G. ile 2 adım ilerisinin bile zor görüldüğü çamurlu toprak yolda sadece telefonun ışığının rehberliğinde yürümeye başladık. Bir iki adım attıktan sonra karanlıkta karşıdan bize doğru gelmekte olduğunu zannettiğimiz iki silüet görmemiz içimizdeki dehşeti bir anda had safhaya ulaştırdı ki telefonunun ışığından dolayı kendi gölgelerimizi görmüş olduğumuzu fark ederek rahatladık..
Kör karanlıkta 5-6 dakika kadar yürüdükten sonra ileride bir çit ile çevrelenmiş ve içinde hiçbir ışık yanmayan bir ev gördük."Herhalde aradığımız ev budur" diye düşünerek çitin ortasında yer alan kapının kilidine anahtarı soktuk. Açılmıyordu..Diğer anahtarı denedik, hatta çaresizce kapıyı zorladık. Olmuyordu..Bu arada o sırada o kadar garip bir ruh hali içindeymişiz ki başkasının evine zorla girmeye çalıştığımızın farkına varamamışız..Evde uyuyan birisi olabilirdi ve gecenin bir vaktinde evinin kapısını zorlayan iki yabancıya tüfekle ateş açsaydı kimse onu suçlayamazdı..
"Arabaya geri mi dönsek etrafı biraz daha mı araştırsak?" ikilemiyle karşı karşıyaydık..O sırada K.Y.'nin "Soldan ikinci ev" lafı aklımıza geldi. Gerçi zifiri karanlıkta hangi evin ikinci hangi evin üçüncü olduğunu anlamak mümkün değildi, hatta civarda bir başka evin olup olmadığını bile bilmiyorduk ama şansımızı denemeye karar verdik. Yaklaşık 10-15 dakikalık bir araştırma neticesinde bir başka ev ile karşılaştık. Bu evin de çitlerle çevrilmiş bir ön kapısı vardı. Anahtarı elime aldığımda: "Tamam artık, bu sefer de olmazsa geri dönüyoruz ve defolup gidiyoruz buradan" dedim...
Kapının açıldığında yaşadığımız mutluluk çölde vaha bulan adamın yaşadığından eksik olamazdı. Evin yerini aklımızda tutmaya çalışarak geldiğimiz yoldan geri dönüp B.Ş.'yi almak üzere tekrar ağır ve dikkatli adımlarla yürümeye başladık..
Trafonun yanında duran arabada bekleyen B.Ş.'nin yanına geldiğimizde hala hayatta olduğumuz için şükrediyorduk.."Araba bu yoldan geçer mi? Geçse bile patinaj yapar mı, çamura saplanır mı?"tartışmaları İ.G.'nin direksiyon başına geçmesiyle sonlandı. Usta sürücülüğünü konuşturarak arabayı yavaş yavaş ilerletti ve evin bulunduğu yerin yakınındaki çimenlik araziye park etti. Sonunda ısınabileceğimiz bir yer bulmuş olduğumuzdan dolayı inanılmaz bir sevinç içerisindeydik.
Dışarısının soğuğunun iyiden iyiye içine sinmiş olduğu evin kapısından içeri girdiğimizde saat sabaha karşı 4'ü geçiyordu. Girer girmez kapının yanında yer alan sobayı fark ettiğimizde arkadaşlarla göz göze geldik. Gördüğümüz şey eski usul bir odun sobasıydı. Hatta hayatımda gördüğüm en eski soba olabilirdi..
Sobanın yanındaki gazete kağıtların yardımıyla odunları tutuşturmaya çalıştık. 10 dakika içinde sobanın içinden dumanlar yükselmeye başladı. Karbonmonoksit zehirlenmesinden eşek cennetini boylamak riskini göze almayarak kağıtları söndürdük ve ısınmak için başka bir bulmaya çalıştık. Ama yoktu...
"Bu geceyi bir şekilde geçirelim, ertesi gün belki elektrikli ısıtıcı alırız" düşüncesi öne çıktı. Üzerimize alabileceğimiz kadar battaniye alarak yatmaya karar verdik. İ.G. ile B.Ş. oturma odasındaki yataklara uzanırlarken ben de sobanın hemen yanındaki yatağa üzerimde mont, bere, çoraplar ve 2 battaniyeyle kıvrıldım..O arada yanlışlıkla İ.G.'nin daha önceden kendine ayırmış olduğu battaniyeyi almışım. Neyse ki kaldıkları odada fazladan battaniye varmış..
Muhtemelen hayatımda Armutlu'daki o küçük yazlık evde uyumaya çalışmakla geçen birkaç saat içerisinde üşüdüğüm kadar başka bir zaman üşümemişimdir. Bir ara uykuya dalmak üzereyken karşı odadan İ.G. ve B.Ş.'nin "Olum adamın sesi kesildi, dumandan zehirlenmiş olmasın..Zaten sobanın yanına yatıyor" dediklerini duyduğumu hatırlıyorum...
Sabah 8'e doğru yataktan kalktığımda arkadaşlarımın da buz tutmuş olduğunu gördüm. İ.G., İstanbul'da kalan çocuklarını uyandırmak için saat 7'de kalkmış. Bana "Bir ara inlemeye benzer sesler çıkartıyordun" dedi...
Evde kahvaltı için birşeyler olup olmadığına bakmak için buzdolabını açtığımızda içinde sadece dondurma olduğunu görmek de bu maceranın bir diğer ironik anıydı...
Elektrik sobası almak fikri tekrar gündeme geldi ama onun bile işe yarayacağı şüpheliydi. Bu evde bu koşullar altında bir geceyi bırak bir saat bile geçirmek her babayiğidin harcı değildi.
Kendimizi arabaya atarak ne yapacağımızı düşünmeye başladık. (Sanırım arabanın içinde uyusaydık bu kadar üşümezdik). İ.G.; kahvaltı için Gemlik tarafına gitmeyi, daha sonra da İznik yakınlarında kemiklerimizi ısıtabilmek için bir kaplıca bakmayı önerdi. Armutlu'dan çıkarak dağ eteklerindeki virajlı yollardan Gemlik'e ulaştığımızda öyle bir acıkmışız ki bir köftecide oturup adam başı 1 kilo köfte yedik..
Daha sonra İznik tarafında birkaç kaplıca baktık (Hatta önünden geçtiğimiz kaplıcaların birinin adı KERAMET KAPLICASI idi) ama hem yanımızda uygun kıyafet bulunmadığından, hem de kış günü suya girip daha çok üşüme endişesi nedeniyle bu işten vazgeçtik. Önce İznik Gölü'ne gidip nefis manzaranın tadını çıkarttık, daha sonra da deniz kenarında Askania isimli şirin bir mekanda oturarak işten güçten, hayatımıza girenlerden-çıkanlardan, eski güzel günlerden ve bizim hangi akla hizmet kışın ortasında Armutlu'ya geldiğimizden falan konuştuk..
Akşam 8'e doğru İstanbul'a dönmek için yola çıktık. En az 2 gecelik planladığımız gezi, öngörülemeyen sebepler yüzünden 24 saat bile sürmemişti ancak geride enfes İznik Gölü manzaraları ve böylesine absürt anılar bıraktı.
En çok şaşırdığım şey ise neredeyse Sibirya soğuklarını iliklerimizde hissetmiş olduğumuz o gecenin ardından hiçbirimizin hasta olmamasıydı. Bir de İstanbul'a döndükten sonra K.Y.'ye "Ya biz galiba orada birinin mezarına işedik" dedikten sonra aldığımız "Orası mezar değil, NAMAZGAH" cevabı yürüklerimize biraz su serpti...
Son olarak yazıyı birkaç fotoğrafla renklendirelim...
Odun sobasının yanında kaderini bekleyen ben: (Evsiz gibiyim. Ha bir de o anda tam ihtiyacım olan şey soğuk biraydı tabi...)
Eve vardığımızda İ.G. ve B.Ş. ile beraber:
Efsane gecenin sabahında evin önü:
Hiç yakamadığımız sobanın yanında ısınır gibi yapma pozu:
İznik Gölü: (Arkadaki dağlarda görülen küçük kar tabakaları nedense çok hoşuma gitmişti)
Askania'daki şirin mi şirin köpekçik ile yakınlaşma anları:
Subscribe to:
Posts (Atom)