Tuesday, August 10, 2010

Efsane Amiga Oyunları

1993-1997 yılları arasında Amiga 500, 1997-1998 yıllarında da Amiga 1200 kullanmış biri olarak 5-6 yılımı dünyanın en çok akıllara kazınan ev bilgisayarından biri ile geçirmişim...Bu süre zarfında neler oldu peki? Öncelikle sosyal hayatımı kısıtlamış oldum..Zaten ders çalışmayı sevmeyen bir adamdım; Amiga sayesinde okuldan sonraki saatlerimin çoğunu bu bilgisayar başında harcadım. O kadar fazla bilgisayar başında oturuyordum ki bizimkiler bilgisayarı açmayayım diye parçalarını saklamaya başladılar..Kardeşimle oyun sırası yüzünden sonu gelmeyen münakaşalar ettik.(Strateji oyunlarını sevmediği için ben oynamayım diye o oyunların disketlerini bozardı.)Bol miktarda joystick kırdım..Sonuç itibariyle pişman mıyım, hayır..Gene aynı yıllarda doğmuş olsam, gene aynı şekilde deliler gibi oyun oynardım..Güzel zamanlardı..Peki bu kadar Amiga oyunu içinde en fazla bağımlılık yaratanları hangileriydi? Kanımca kararımca bir liste hazırlayım dedim..Tabi ki yine on maddelik..


10 - NORTH&SOUTH



North&South, şu güne kadar eşine benzerine rastlamadığım bir action-strateji oyunuydu. Amerikan iç savaşında kuzey ya da güney tarafından birini seçip karşı tarafı alt etmeye çalışıyoduk. Bir yandan savaşın finansal kısmı için mücadele verirken bir yandan da savaş sahnelerini kontrol ediyorduk. Savaş ekranında atlı süvariler, tüfekli askerlerimiz ve toplarımız olurdu. (Topu iyi kullanmayı başaran büyük ihtimalle savaşları da kazanıyodu zaten) Karşı tarafın ekonomisini çökertmek için altın taşıyan trenleri zapt etme, düşmanın kalesini ele geçirmeye çalışma gibi zamana karşı yarışılan alt bölümler vardı. Kızılderililerin ve Meksikalıların sınırlarına fazla yaklaştığımızda sinirlenip saldırıyolardı. Bunlar gibi daha birçok renkli detaya sahip North&South, kanımca tarihin iki kişiyle karşılıklı oynandığında en çok keyif veren oyunlarından biridir...


9-LEISURE SUIT LARRY - IN THE LAND OF THE LOUNGE LIZARDS



Larry adında çapkınlık peşinde koşan bodur bir hatun avcısını yönettiğimiz serinin bu ilk oyunu, oyuncuya verdiği serbestlik bakımından devrim yaratacak nitelikteydi. Karakterimize yapacağı işleri bizzat klavyeden yazarak iletiyorduk, herhangi bir yere tıklayarak değil. (Text adventure denilen tarzın ilk örneklerindendir bu oyun) Yani örneğin "Call taxi" yazıp enter'a bastığımızda karakterimiz taksi çeviriyor, "Go to the market" dediğimizde ekrandaki markete gidiyordu. Dolayısıyla oyunu oynarken yanımızda sürekli bir sözlük bulunduruyorduk ki 10 - 15 yaşlarındaki insanlar için düzgün İngilizce cümleler kurmak o kadar kolay değildi. Araya serpiştirilmiş muazzam espirileriyle, komik sahneleriyle, (Taxi'ye para vermek yerine yürümeyi tercih ettiğimizde aniden çıkan serserinin Larry'nin ağzını burnunu kırma sahnesi hala gözlerimin önündedir) doğru işler yapıp bulmacaları çözdüğünüzde oyundaki puanınızın artması sistemiyle, tam manita arakladık derken başımıza gelen sürpriz olaylarla kalplerimizi fethetmiş bir oyundur. Larry'nin 6 - 7 oyun kadar devamı da yapılmıştır ama bence hiçbiri ilkinin yerini tutamamıştır..


8 - WORMS



Ufacık solucanların eline çeşit çeşit silahlar verip onları birbirleriyle savaştırmak kimin fikriydi bilmiyorum ama bildiğim birşey var ki Worms oynamak birkaç arkadaşınızla toplandığınızda düzenleyebileceğiniz en keyifli aktivitelerden biridir. Bu eşi benzeri bulunmayan action oyununda kurtçıklarımıza bazuka, el bombası, parça tesirli bomba, mayın, pompalı tüfek, balta, ok gibi silahlar kullandırtabiliyor hatta yakın dövüş sanatlarını bila icra ettirebiliyorduk. Yer şekillerini, yer çekimini (Çünkü bu solucanların yüksek yerlerden düştüklerinde nedense canları yanıyodu) ve rüzgarı de hesaba katarak kıyasıya çatışıyorduk. Her takımın bir süper silahı vardı ve oyundaki en eğlenceli anlar bu silahlar kullanıldığında yaşanırdı. Solucanların o tiz ve çocuksu sesleriyle birbirlerine meydan okumaları ve küfretmeleri oyunu daha da eğlenceli hale getiriyordu. Eşek kadar adam oldum ama şu anda birisi "Var mısın Worms'da kapışmaya?" dese bir saniye bile düşünmem, saatlerce oynayabilirim...Bu arada küçük bir ayrıntı: Worms Amiga-500 de hiç çıkmadı.Serinin ilk oyunu A-1200'de çıktıktan sonra PC'de Worms Armegeddon, Worms World Party, Worms 3D gibi devam oyunları yapıldı ve bence içlerinde en iyisi World Party idi...


7 - MOONSTONE



Başında saatlerin su gibi aktığı bir başka Amiga oyunu: Moonstone..Action/FRP tarzındaki bu şahaser, bilgisayar oyunları tarihinde vahşet ve korkunun yoğun biçimde sergilendiği ilk oyunlardan biridir. Dört farklı şövalyeden birini seçip harita üzerindeki birçok tehlikeli bölgede çeşit çeşit korkunç yaratıklarla savaşıyorduk.(Samanlıkta koşarak gelen yaban domuzları ve bataklıkta bir anda ortaya çıkan iskelet hala arada bir kabuslarıma girerler) Amacımız haritanın ortasında bulunan Stonehenge'deki aytaşına ulaşmak için gereken dört ayrı anahtarı bulmaktı. Bu anahtarlara öldürdüğümüz yaratıkların leşlerinden ulaşıyorduk ama anahtarların yeri her oyunda değişirdi. Oyunda save diye bi sistem olmadığı için saatlerce harita üzerinde gezinip yaratık katletmeye çabalardık. Bir yandan da öldürdüğümüz yaratıkların üzerinden çıkan çeşitli silahlar, zırhlar ve eşyalarla karakterimizi güçlendirirdik. Haritada dolanıp duran kocaman kırmızı bir ejder vardı, ne olursa olsun ona yakalanmamak lazımdı..Ha bir de büyücüyü çok fazla ziyaret ettiğimizde kızıp bizi kurbağaya çeviriyordu. Tek kişiyle oynaması da müthiş keyifli olan Moonstone, yanınıza birkaç arkadaşınızı aldığınızda ve böylece birbirinize dalma imkanı oluştuğunda gerçekten tadından yenmiyordu...


6 - LEMMINGS



Lemmings kesinlikle hayatımda oynadığım en güzel ama en kazık oyunlardan biridir. Oyun, çabuk karar vermeyi gerektiren bir zeka oyunuydu ve bölümler zorlaştıkça resmen ekran karşısında kendimizi IQ testi çözer gibi hissediyorduk. Yeşil kafalı, "yepyepyep" şeklinde sesler çıkartan minik yaratıkları ekranın bir ucundan alıp diğer tarafındaki çıkışa ulaştırmaya çalışıyorduk. Bunu yapmak için de lemminglerimize "şuraya tırman", "burayı kaz", "düşerken paraşüt aç", "orda dur ki sana çarpanlar aksi istikamete gitsin" gibi komutlar veriyorduk. Biz gerekli zamanlarda gerekli yönlendirmeleri yapmazsak bu beyinsiz yaratıklar dümdüz yürüyor ve nihayetinde uçurumdan düşüyor, boğuluyor veya tuzaklara yakalanıyorlardı. Her bölümde belli bir sayı kadar yaratığı telef etme hakkımız vardı, o sayıyı aştığımızda game over oluyodu. Bombayla patlatmak zorunda kaldığımız lemminglerden çıkan "pödöfff" sesini unutmam hala mümkün değil...


5 - PRINCE OF PERSIA



Prensesini kaçıran kötü vezir Cabbar'a karşı mücadele eden İran prensinin macerası..Platform türündeki bu oyunu ilk oynadığımda karakterin koşarak yaptığı uzun atlayışlara, bir yere son anda tutunup aşağıdaki kazıklara düşmekten kurtulabilmesine, yeri geldiğinde temkinli biçimde adım adım yürüyebilmesine hayran kalmıştım. (O zamanlar bir oyunda görmeye alışık olmadığımız türden hareketlerdi bunlar) İlerlediğimiz delhizlerde kılıcımızla hadlerini bildirebileceğimiz birçok düşmanla karşılaşırdık. Hiç beklenmedik anlarda karşımıza çıkan tuzaklar adrenalin seviyemizi artırırdı. Uğraşıldığında bölümleri kolayca geçmeye yarayan kestirme yollar bulunabiliyordu ve oyunda bir saatlik bir zaman kısıtlaması olduğu düşünülürse bu kestirme yolların önemi büyüktü. Bir de iki türlü iksir çıkardı karşımıza; birini içtiğimizde enerji verirdi, ötekini içtiğimizde ise başımıza çeşitli felaketler gelirdi..Mesela ekran tersine dönerdi ve o şekilde ilerlemeye çabalardık. Bu oyunda her an herşey olabilirdi. Yürüdüğümüz yer bir anda kırılınca aşağı düşebilirdik, karşımıza çıkan aynayı geçmek için içinden zıplamamız gerekebiliyordu ve hatta kendi hayaletimiz bize saldırabilirdi (Geçmek için kılıcımızı indirmemiz gerekiyordu). Bambaşka, zamanının ötesinde bir oyundu Prince of Persia...

4 - CANNON FODDER



Süper oynanabilirliği ile beni saatlerce ekran başına çivilemiş ama aşırı zorluğu ile de çoğu zaman sinir katsayımı yükseltmiş efsane oyun Cannon Fodder..Sensible Software tarafından üretildiği için tabi ki minnacık adamları yönetiyoduk. Bu minnacık adamlarla kar kış yağmur çamur demeden düşmanla çarpışarak verilen görevleri yerine getirmeye çalışıyorduk. Oyunun başında askere alınmak için sırada bekleyen gençleri gördüğümüz ekranı hatırlıyorum. Bir de şehit olan gençlerin mezartaşlarının gösterildiği ekran aklıma kazınmıştır. Her bölümün sonunda sağ kalan askerlerin rütbesi artardı ve bunların tecrübeleri arttıkça daha iyi çarpışırlardı, attıklarını vururlardı falan. Bazen savaş alanında vurulanların kolu bacağı kopardı ve bir süre kıvrandıktan sonra ölürlerdi. "War: Never been so much fun" derdi oyunun başında. Bir savaş oyunu olmasına rağmen inanılmaz cici bir oyundu. Bu arada daha sonra serinin ikinci oyunu çıktı ve birincisine göre daha kazık olduğunu hatırlıyorum...


3 - SUPERFROG



Sağa sola zıplayan, altın toplayan, arada bir görünmez olan, karşısına çıkan canavarlara tekme tokat dalan pelerinli bir kurbağayı yönettiğimiz Superfrog, herhalde şu güne kadar gördüğüm en renkli atmosfere sahip oyundur. Arka plan grafikleri ve müzikleri kelimenin tam anlamıyla "aşmış" idi. Ormanlarda, piramitlerde, şatolarda ve hatta uzayda zıplayıp duruyorduk. Her bölümde bize extra avantajlar kazandıracak gizli geçitler bulunurdu o ve gizli geçitleri bulduğumuzda içimizi acayip bir tatmin duygusu sarardı. Her bölümden sonra aynı yerleri baştan oynamamak için kumar oynayarak bölüm kodlarını öğrenmeye çalışırdık. Binbir çabayla bulduğumuz bölüm kodlarını bir kenara yazıp arkadaşlarımızla paylaşırdık. Hey gidi günler...


2 - THE SETTLERS



Açık ara başında en fazla zaman geçirdiğim real-time strateji oyunudur bu..Küçücük sevimli adamları yöneterek önce köyümüzün ihtiyaçlarını karşılamaya sonra da askerlerimizle düşman kalelerine saldırarak sınırlarımızı genişletmeye çalışıyorduk. Ancak oyunun savaş kısmı ekonomi kısmına göre geri plandaydı. Şirin adamcıklarımıza ağaçları kestirterek tahta; madenleri işleterek taş ve demir elde ediyorduk. Oyunun en keyif veren yanlarından birisi bina yapımıydı. Bina yapımına gönderdiğimiz adamların binayı yavaş yavaş inşa edişini zevkle izlerdik. Zaten oyunu oynarken hiçbirşey yapmadan köyümüzde neler olup bittiğini izlemek bile çok keyifliydi.Settlers'da herşey aheste aheste gerçekleşirdi ama bu yavaş akış oyuncuyu asla sıkmazdı, hatta tam tersine oyuna bir cazibe katardı. Bu yüzden "Yarım saat oynayayım" diye girdiğiniz oyundan 2-3 saat oynamadan çıkamazdınız. İki adet mouse'unuz varsa bağlayıp arkadaşınıza karşı mücadele verebiliyordunuz. Settlers'ın birçok devam oyunu çıktı ama hiçbirinin ilk oyunun yarattığı karşı koyulamaz bağımlılığı yaratabildiğini sanmıyorum..


1 - SENSIBLE WORLD OF SOCCER 1996 - 97



İşte 90'lı yıllarda uykusuz gecelerimin, kırık notlarımın, bozulan sosyal hayatımın bir numaralı nedeni: SWOS..Serinin önceki oyunları da müthişti ama oyunun bu versiyonu bence bütün dünyada Sensible çılgınlığının zirve yapmasına neden olmuştur. O yıllarda bu oyunun disketinin girmediği bir Amiga sürücüsü düşünemiyorum. Bu oyun için evlerimizde günlerimizi harcadığımız yetmediği gibi okulu kırdığımızda da ilk adresimiz Kadıköy'de saati 1 milyona Sensible oynatan dükkanlar olurdu. Bazen birsürü adam Amiga'sı olan bir arkadaşın evinde toplanır ve turnuvalar düzenlerdik.(Tabi tek bilgisayar olduğu için turnuva on saatte falan anca biterdi) Oyunun müthiş geniş bir veritabanı vardı. Türkiye ligini oynamak, hatta Zeytinburnuspor'u bile seçebilmek mümkündü. Kariyer moduna girip istediğimiz takımı yönetebiliyorduk, bütçemize göre istediğimiz transferleri yapabiliyorduk ve oyuncularımızın gelişimlerini veya çöküşlerini takip edebiliyorduk. Hızlı ve bitirici vuruşları iyi olan adamların değerleri daha çabuk artıyordu. Oyunun en iyi adamı o zaman Milan'da oynayan Weah'dı. Bir de oyundaki falsolu şutları unutmak mümkün değil..Kaleyi karşıdan gören bir yerden sağ köşeye doğru çektiğiniz şuta falso vererek sol köşeden gol atabilmek mümkündü. En zevkli gol atma şekli ise kaleciyi yatırıp boş kaleye pas tuşuyla topu göndermekti...

Thursday, August 05, 2010

Yeni Taze Başlangıç

Bundan dört buçuk sene kadar önce, 23 Ocak 2006 Pazartesi günü "Start From The Dark" başlıklı post ile açılışını yapmışım bu blogun...

İlk yazıda "Bakalım hayatımızın hangi kirlilikleri, güzellikleri, heyecanları,kalp kırıklıkları, donuk kucaklaşmaları yansıyacak bu sayfalara?" diye sormuşum.

24 Ocak 2006'daki ikinci yazımda "Sınavların ertelenmesi" diye bir ifade geçiyor.Bir zamanlar öğrenciymişim, oysa şimdi öğrencilik yıllarım 200 ışık yılı kadar uzaktaymış gibi geliyor..Geçen zaman içinde öğrendiğim en basit ama önemli şeylerden birisi şu oldu: Zaman ve mekan koşullarına bağlı olarak karşımıza çıkan ve aşılması çok zor gözüken engeller, üstesinden gelinemeyeceği düşünülen dertler zaman ile birlikte koşulların da değişmesi ile bir süre sonra dert olmaktan çıkıyorlar.(Yerlerini yeni engeller ve dertler alıyor).Hatta insan bir zamanlar bunları sorun olarak gördüğüne inanamıyor.Gülünç geliyor..O dönemlerde ertesi gün iki tane finalim olduğu için kaygılandığım, ders çalışmak gerekliliğini hayatımın en büyük derdi olarak gördüğüm, haftanın dört günü okulda bulunmak zoruma gittiği için kendime kızıyorum..Bunların hiçbiri gerçek anlamda dert değilmiş..

Dört buçuk sene önce nerdeydim ve şimdi nerdeyim?Bu iki uç nokta arasında belirgin farklar yok galiba.Bu süre içersinde olduğum yerde saydığımı düşünmüyorum ama hayatımı etkileyecek radikal kararlar alıp uygulamaya koyduğum da olmadı..Steve Harris'in Iron Maiden'ın yapacağı muhtemelen son albümden önce söylediği gibi: "Belki daha bilge bir adam oldum ama aynı zamanda daha yaşlı bir adam oldum"

Hareket berekettir parolasıyla yola çıkıp 4.5 senenin sonunda görsellik anlamında bazı değişiklikler yapayım dedim.Blogumun yeni isminde ve tasarımında Decoryah'ın Breathing the Blue parçası ilham kaynağım oldu.