Sunday, December 30, 2012
The Years of Decay
2012'yi de geride bırakmışız..Şu yukarıda yer alan resim iş hayatımdaki vaziyeti hemen hemen özetliyor..Bu arada beyaz yakalılar demişken, 2012 yılında hep hayalini kurduğum doğum günü organizasyon davetini facebook üzerinden göndermiş oldum:
Her zamanki gibi inişli çıkışlı bir yıl oldu.Özellikle yaz ayları şu yıla kadar yaşamadığım kadar sıkıntılı geçti..İnsanlar geldi, insanlar gitti..Herkes birşeyler söyledi, söylenenler unutuldu..Eski yaşanmışlıkların unutulmaması için yeni yılda daha fazla yazmalıyım..Dedikleri gibi "Söz uçar, yazı kalır"
self sacrifice, everynight
and together we paid a price in blood
that spilled out through the years
and another day passes away
look to the black, drawn farther back
look to each day, see the decay
times i've had, good and bad
win or lose, this is what I choose...
The years of decay
The years of decay
The Breakfast Club (1985)
John Hughes'un yönetmenliğini yaptığı film, birbirlerini hiç tanımayan beş lise öğrencisinin farklı sebeplerden dolayı bir Cumartesi günü okula gelme cezası almalarıyla başlar. Cezayı veren kıl öğretmen Mr.Vernon tarafından sabahtan akşama kadar sınıfta oturmak ve "Kim olduğunuzu düşünüyorsunuz?" başlıklı bir makale yazmak zorunda bırakılmışlardır.
İlk başta cezalı beş gencin hiçbir ortak noktaları yok gibi görünmektedir. Ancak kısa bir süre sonra hepsinin aileleriyle çeşitli sorunlar yaşamakta olduğu ortaya çıkar.
Judd Nelson'un canlandırdığı John Bender karakteri, gruptaki en haşarı tip olarak dikkat çeker.(Sonradan lakabı "Suçlu" olarak belirlenecektir). Sınıfa adım attığı andan itibaren diğer çocuklara sataşmaya başlar. Arıza, korkutucu, ancak aynı zamanda komik bir tiptir. Kısa sürede Mr.Vernon ile kapışarak birkaç hafta sonu cezası daha alır.
Kendisine sonradan "Sporcu" denilecek Andrew Clark ile (Emilio Estevez) ile de takışır. Sebebi "Prenses" takma adını alacak olan Claire Standish'e (Molly Ringwald) cinsellik içerikli şakalar yaparken fazla ileri gitmesi ve Andrew'un sabrını taşırmasıdır.
Bu arada "Çöp Tenekesi" Allison Reynolds (Ally Sheedy), beşlinin içindeki en garip karakter olarak dikkat çekmektedir. Kimseyle konuşmaz, kimsenin kendisiyle konuşmasına izin vermez, acayip yiyecekler yer..
"Beyin" Brian Johnson (Anthony Michael Hall) ise diğerlerinin aksine not ortalaması yüksek bir öğrencidir. Ancak ebeveynlerinin kendisinden sürekli başarı beklemelerinden bunalmış durumdadır.
Saatler ilerledikçe gençler birbirlerini daha iyi tanımaya başlarlar. Hepsinin ortak noktasının ev hayatlarının tatmin edici olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Bu da birbirlerine yakınlaşmalarını sağlar. Ancak yine de birbirlerine herşeyi anlatamazlar. Bu arada Bender, yanında taşıdığı esrarı diğerlerine ikram eder. Böylece duvarlar yıkılır. Birbirlerine karşı daha açık olmaya başlarlar.
Konuşmalar esnasında çocukların anne-babalarının onları nasıl korkuttukları, onları ne kadar bencilce yönlendirmeye çalıştıkları, kendileri olmalarına ne derece izin vermedikleri ortaya çıkar. İçine kapanık bir tip olarak gözüken Allyson da ilerleyen saatlerde kabuğundan kurtulacak ve konuşmalara katılacaktır. Hatta ebeveynleri gibi olmak istemediklerini konuştukları sırada "Büyüdüğün zaman kalbin ölür" diyerek filmin akılda kalıcı repliklerinden birine imza atar.
Gün sona erdiğinde "Beyin" Brian, Mr.Ventor'un istediği "Kim Olduğunuzu Düşünüyorsunuz?" konulu makaleyi aşağıdaki şekilde yazarak masasına bırakır:
"Sevgili Bay Vernon,
Hatalarımız yüzünden Cumartesi'yi feda ettiğimizi kabul ediyoruz. Bizi kim olduğumuzu düşündüğümüz konulu makaleyi yazmaya zorlamanız çılgınca. Bizi istediğimiz gibi görün, en basit şekilde ve en uygun tanımlamalarla. Ama gördük ki her birimiz birer beyiniz, bir sporcu, ve bir akıl hastası, bir prenses ve bir suçlu..Sorunuzun cevabını verdik mi?
Saygılarımızla,
Kahvaltı Kulübü"
The Breakfast Club, alelade bir gençlik filminden çok farklıdır. Filmin neredeyse tamamı aynı mekan içinde geçiyor olmasına rağmen karakterlerin diyalogları o kadar etkileyicidir ki filmin bir saniyesinde bile sıkılmazsınız. İzledikçe izleyesiniz gelir.
Film, ailelerin çocuklarının kişilikleri üzerindeki etkilerini gözler önüne serer. Ergenlik sorunlarına farklı açılardan bakışlar getirir.
The Breakfast Club, 80'lerin genel havasına uygun biçimde samimidir. Düşündürür, bazen duygulandırır, bazen güldürür.
Son olarak, filmin başında ve çeşitli yerlerinde çalan Simple Minds parçası Don't You Forget (About Me) akıllardan çıkmaz:
Etiketler:
80'ler,
John Hughes,
Sinema,
The Breakfast Club
İçki Koleksiyonu - 11 / The Dalmore Single Malt Whisky 15 Years Old
Şişe tasarımını gördüğünüzde içindeki içkinin kalitesini tahmin edebileceğiniz viskilerden birisi olan The Dalmore'un 15 yıllığını insan açmaya kıyamıyor. Uzak diyarlardan Ceren'ciğim tarafından getirilerek bana hediye edilen şişeyi bir seneden uzun zamandır açamamıştım. Ama geçenlerde "Yeter artık, zaten 15 sene bekletilmiş, 3 sene daha bekletip 18'ine bastığında mı açacağım?" diye düşündükten sonra ani bir hareketle çıkardım şişenin tıpasını..
Efsaneye göre (Daha doğrusu kutunun arkasında yazdığına göre) 1263 yılında İskoçya'da Mackenzie klanının ataları, o zamanki İskoç kralı III.Alexander'ı bir erkek geyiğin boynuzuyla yaralamasına ramak kala tek bir ok atışıyla kurtarmış. Bunun üzerine kral da kendisini kurtaran Mackenzie klanına hanedanlık armalarında bir erkek geyiğin kafasını taşıma hakkı vermiş. Dalmore viski imalathenesi, uzun yıllardan beri Mackenzie ailesi tarafından işletilmiş ve onlar da viski şişelerine bu erkek geyik amblemini işlemişler. Single Malt Viskilerin kokuları da tatları kadar keskin oluyor. Şişeyi açtığımda odayı keskin bir baharat kokusu sarmıştı. Sonradan yaptığım araştırmada The Dalmore'un bu keskin kokusunun, viskinin 12 yıl meşe ağacından yapılma burbon fıçılarında dinlendirilmesinin ardından 3 sene de Amoroso, Apostoles ve Matusalem adlarında üç farklı şeri fıçısında bekletilmesinden geldiğini öğrendim. Kokusunun yanı sıra tadının da bu derece zarif olmasının sebebi buymuş. Daha önce tatma fırsatı bulduğum single malt viskilerden Macallan ve Glenfiddich'in aksine The Dalmore'un tadı bana tatlı gelmişti. Web sitesine baktığımda bunun nedenini anlamak zor olmadı. 15 senelik Dalmore'un içinde kuru üzüm, mandalina, çikolata ve kuru erik aroması bulunuyormuş.. Tekrar tatma fırsatım olur mu bilinmez (Şu an itibariyle internet sitesinde şişesi 49.99 pounddan satılıyor) ancak 15 yıllık The Dalmore'un, diğer single malt viskiler gibi tadı insanın damağına yapışan, son derece kaliteli bir Scotch olduğunu söylemek lazım...
Monday, December 17, 2012
44000
Last FM'e üye olduğum 25 Eylül 2006 tarihinden bu yana günde 20 parçalık bir dinleme istatistiği tutturmuşum.Kimi zaman bu sayı bana biraz az gelse de, hayat koşuşturması içinde kendime ayırabildiğim zamana baktığımda bundan fazlası biraz zor olur gibime geliyor.Ha, Internete giren bir cep telefonum olsaydı ve günde yaklaşık 2 saat boyunca dinlediğim müzikleri de scroplayabilseydim ortalamam bir hayli artmış olurdu..Bir de mp3'lerin ses kalitelerinden (kalitesizliklerinden) illallah diyip de müzik setinden dinlediğim albümleri de hesaba katabilseydik keşke..Bu arada Aralık 2007 - Mayıs 2008 döneminde askerde olduğumdan dolayı hiçbir parça scroplanmamıştı..
Bakalım kaç binleri görebileceğiz?
Sunday, December 16, 2012
Galatasaray - Fenerbahçe 2-1 (16.12.2012)
Günlerden 14 Aralık 2012 Cuma..
Yorucu bir iş gününün ardından akşam saatlerinde Carrefour Nautilus'u ziyaret etmiştim..
Traş köpüğü ve soda aldıktan sonra içki standına yöneldim..
Votkaların bulunduğu reyonda 5 saniye kadar duraksadıktan sonra Finlandia Lime Fusion'u sepete attım..
Pazar günkü derbi maçının içkisi bu olmalıydı..
Tam o anda içki standında görev yapmakta olan birkaç bol miktarda süslenmiş kızdan sarışın olanı yanıma yaklaştı..
Herhalde Carrefour'un anlaşmalı olduğu firmalardan biri için çalışıyordu kız orada..Durup dururken hatırımı sormaya gelecek hali yok ya..
Sepetteki şişeye baktı sonra da bana..
"Meyveli aldınız, biliyorsunuz değil mi?" dedi..
Herhalde kiç kimse "Oo deniz mahsüllü olanını aldığımı sanıyordum, iyi ki uyardınız" ya da "Ülkemizde sahip olduğumuz potansiyelimize rağmen, değerlendiremediğimiz tarım ürünlerinin başında meyve gelmektedir, bu yüzden votkamı meyveli içiyorum" falan diye cevap vermezdi bu soruya..
"Farkındayım" dedim..
Sonra kız bana Chivas Regal'in harika bir yılbaşı hediye olabileceğinden falan bahsetti..
Jameson'un daha güzel bir hediye olabileceğini anlatmaya çalıştım kibarca..
Bir yaşlı müşterileri için Jameson Select Reserve getirdiklerini, bu içkiyi her zaman bulamayacağımı falan söyledi..
Kıza teşekkür edip eve döndüm..
Pazar günkü derbi maçını heyecanla bekledim..
Galatasaray, Fenerbahçe'yi oldukça zor geçen bir mücadelenin sonunda 2-1 yendi..
Heyecanlı ancak seyir zevki açısından kötü bir maçtı..Uzaktan atılan şutların dışında (Ki bir tanesine Hamit'in şutu direkten döndü) iki tarafın da doğru dürüst gol pozisyonu bulamadığı bir oyun izledim.
Yıllardan beri Kadıköy'de yaşadığımız erkenden gol yeme sendromunu bu sene karşı takım yaşadı..Son zamanlarda attığı gollerle dikkat çeken Bekir, serbest vuruştan gelen topu kendi kalesine gönderdi..Bu, sanırım bir Galatasaray-Fenerbahçe maçında bir Fenerbahçeli oyunucunun yıllar sonra kendi kalesine attığı ilk goldü..
Ardından Hasan Ali Kaldırım, defanstan seken topta sağ ayağıyla güzel bir vuruşla beraberliği getirdi..O anda aklıma 2002 yılında Beşiktaş'ın Galatasaray'ı Ali Sami Yen Stadı'nda 1-0 yendiği maçta İbrahim Üzülmez'in sol çaprazdan sağ ayağıyla attığı gol geldi..O zaman da Galatasaray'ın başında Fatih Terim vardı..
Ortada geçen maçta ilk yarının sonlarına doğru Galatasaray bir serbest vuruş kazandı..
Uzün süredir hastalığından dolayı yatağında yatmakta olan babam: "Gol geldi şimdi" dedi..
Selçuk topun başına geldi ve topu Volkan'ın sağından ağlara gönderdi..
Fenerbahçe kalecisi Volkan yanlış hatırlamıyorsam geçen sene Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı 2-1 yendiği Play-Off maçında harika kurtarışlara imza atmış ve Selçuk'un yine frikikten attığı gol için "Onu da kurtarıcaktım ama olmadı" tarzı bir açıklamada bulunmuştu..
Bu sefer de bunu kurtarabilecek hiç kimse yoktu..
Ne içtiğimin farkındaydım..Maçın güzel bir mücadeleye sahne olduğunun ve dostluk içinde geçtiğinin farkında olduğum gibi..Oyuncular birbirlerine centilmence davranmışlar, seyircimiz sahaya hiçbir madde atmamış, neredeyse küfür bile etmemişlerdi.Maçın sonlarına doğru Meireles'in maçın hakemine taptığı terbiyesiz hareketler dışında gerilim yükseltecek bir olay yaşanmamıştı.
Peki ya maçtan önce sosyal paylaşım sitelerinde aşağıdaki nefret dolu ifadelere yer veren vatandaşlara ne demeli..
Bu kinin sebebi nedir merak ediyorum..Uzun süredir bize karşı bir üstünlüğünüz vardı..Yenildiğimiz maçların hemen hemen hepsinde kazanmayı hak eden taraf sizdiniz..Ağzımı açıp tek kelime söylemedim..Mağlubiyetlerin sebeplerini kendi takımımda aradım..
Peki hafta içi oynanan ve sizi ilgilendirmeyen kupa maçından sonra gördüğüm bu iğrenç yorumlar ne oluyor?Cidden futboldan ne anladığınızı merak ediyorum.."Farkında Mısınız" beyler ne dediğinizin?
Tuesday, December 04, 2012
The Little Things Vol:7 / When In Sodom (25.11.2006)
Zaman ne kadar çabuk geçiyor. Atlantis Müzik'te birlikte çalıştığım arkadaşım Can İnandım'ın yoğun çabalarıyla gerçekleştirdiğimiz Sodom konserinin üzerinden 6 yılı aşkın bir süre geçmiş..Aslında konseri benim için önemli yapan sadece kült bir thrash metal grubunu canlı canlı izlemiş olmak ve grubun Türkiye'de ilk defa çalması değildi (Bilindiği gibi 1992 yılında İstanbul'da verecekleri konser, ülkücülerin konser mekanını basması nedeniyle son anda iptal olmuştu) Konseri daha çok Onkel Tom ve tayfasının enterasan sözleri ve hareketleriyle hatırlıyorum..Örneğin Almanların biracı oldukları söylenir ancak Sodom kelimenin tam anlamıyla allahsız içiyordu..Grubu karşılamak için Atatürk Hava Limanı'na gittiğimde Tom Angelripper'la aramızda geçen şu ilk dialog durumu yeterince anlatıyor sanırım:
- BEN: (Tom'un elini sıktıktan sonra) "You're all welcome to Turkey.What's up?"
- TOM: "I'm fine, man.Thanks..Tell me, where can I find cold beer here?"
Bas Gitar ve vokalde Tom Angelripper, Gitarda Bernd Kost ve davulda Konrad Schottkowski'den oluşan kadrosuyla İstanbul'a gelen grup içmeye havaalanında başladı ve İstanbul'da bulundukları süre boyunca hiç ara vermedi..Alkol performansları ile ilgili şunu hatırlıyorum: Havaalanında bira içmeye başlayan adamları Taksim'deki otellerine götürmüştük.(Otele vardığımız sırada patronun eşinden gelen "Serhat, adamlara söyle oteldeki minibarın ücretini biz karşılamıyoruz" şeklindeki uyarı da bizimkilerin tehlikenin farkında olduklarını gösteriyordu) Otelde kısa bir süre grubun Türkiye'deki en azılı fanı DJ Şener'le muhabbet edip Do-Rock'a geçtiler. Burada da fanlarına imza dağıtırken bira içmeye devam ediyorlardı. Sonuç itibariyle öğlen saat 3'ten akşam saat 8'e kadar olan süre içerisinde adam başı yaklaşık 15 bardak birayı devirmişlerdi..Bu esnada bir ara Tom'a "Hergün bu kadar içiyor musunuz?" diye sorduğumda "Sadece hafta sonları içiyorum" diye cevap vermişti..
Sodom elemanlarının damak tadları biraz tuhaftı. Akşam yemeği için onlara Taksim'de fena gözükmeyen bir restoranda rezervasyon yaptırmıştık. Menüde pizza, patates kızartması, sosis ve benzeri şeyler vardı (Alman oldukları için bu tür şeyleri severler diye düşünmüştük) Ancak masaya oturduktan 15 dakika kadar sonra yemeği beğenmediklerini söyleyip Mc Donalds'dan çizburger yemek istediklerini beyan ettiler..Gidip onlara Mc Donalds'dan adam başı 3'er tane çizburger alma görevi de bana düşmüştü haliyle..(Ancak intikamımı onlar sahnedeyken aldım..Sahnede çalarlarken backstage'e girip konserden sonra midelerine indirmeyi düşündükleri karışık pizzanın tamamına yakınını yedim.Sonradan duğduğuma göre pizzalarının yenmesine çok kızmışlar ama acıkmıştım ve ortalıkta yiyecek başka birşey yoktu)
Konserde yaşanan bir başka enterasan olay da, Sodom'un alt grubu olarak gelmiş olan Holy Moses'ın bayan solisti Sabina Classen'in başından geçmişti.Sabina, grubun gitaristi Michael Hankel ile evliydi. Konserden önce Yeni Melek'de içkiler su gibi akarken Ankara tayfasından Hicri Bozdağ, alkolün dozunu fazla kaçırmış olsa gerek ki Sabina'yı herkesin içinde ve kocasının gözleri önünde dudaklarından öpmüştü. Millet "Ooov woow" diye tepki verirken adam sadece gülümsemişti. Aynı şey bir türk müzisyenin başına gelmiş olsa neler yaşanırdı tahmin etmek bile istemiyorum...
Konsere ilgi beklenildiği kadar olmasa (İçerde yaklaşık 600 kişi vardı) ve Yeni Melek'in ses sistemi her zamanki gibi kimseyi tatmin etmese de güzel bir konser izledik.Sodom, üç adamın çıkartabileceği maksimim gürültüyü çıkartmıştı. Bomba şarkılarını ard arda çaldılar. Konserden önce grubun ses teknisyeniyle "2.Dünya Savaşı'nda kazılan siperler" ve "Sodom'un çaldığı en rezil yerler" gibi konular üzerine derin bir sohbete girmiştik. Adam beni sevmiş olacak ki konserden sonra imzalı bir Sodom penası ve konserin playlistinin yazdığı kağıdı hediye etmişti..Hala gözüm gibi bakıyorum bunlara...
Etiketler:
Konser,
Müzik,
Sodom,
The Little Things,
Thrash Metal
Subscribe to:
Posts (Atom)