...Gözlerimi kapatıyorum ve kendimi mavi okul önlüklü çocuklarının oyun oynadığı bir ilkokul bahçesinde buluyorum. Bulduğum her fırsatta futbol oynuyorum. Yağmurlu havalarda bile okul binasının içinde meyve suyu veya kola kutusundan yapılmış toplarımızla top oynuyoruz. Bazen birisi plastik top getiriyor, ender olarak da hakiki futbol topuyla oynama fırsatı bulabiliyoruz. Oyun oynadığımız tek yer okulun bahçesi değil. Okuldan evimize döndükten sonra hemen üstümüzü değiştiriyoruz ve kendimizi mahalleye atıyoruz. Hala mahalle arkadaşlığının yaşandığı zamanlar. Sokaklardan geçen araba sayısı o kadar az ki aralıksız mahalle maçları yapabiliyoruz. Sokak ortasında sadece futbol değil; saklambaç, yakar top, yerden yüksek, dokuz taş ve benzeri oyunları da oynayabiliyoruz..Karanlık bastığında annelerimiz camlardan evlere dönmemiz için sesleniyor, istemeye istemeye evlerimizin yolunu tutuyoruz.
Güneşli bir Kasım günü okulda Galatasarayımızın Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nda Eintracht Frankfurt'u 1-0 yenerek tur atladığı haberini alıyoruz. Sevinçten en sevdiğim arkadaşımın üzerine atlıyorum ve yerlerde debeleniyoruz. Bizi yerde görenler de üzerimize atlıyor. Altta kalanın canı çıkıyor. O an için dünyada benden daha mutlu bir insan yok...
Annem "İstikbal"'in öneminden bahsediyor ve ilkokul 4'üncü sınıfta dershaneye gitmeye başlıyorum. Anadolu Liseleri dönemin en klas okulları kabul ediliyor, ne yapıp edip onlardan birini kazanmak zorunda olduğum anlatılıyor. Ama ders çalışmayı sevemiyorum. Okulda sadece anlatılanları dinliyorum, ev ödevlerimi bile yapmıyorum. Dershanede de sadece tarih, coğrafya gibi sevdiğim dersleri dinliyorum. Geri kalan derslerde sürekli saate bakıp duruyorum ve uyukluyorum.
Bir gün haber geliyor: Bahariye Caddesi yeniden düzenlenmiş ve araç trafiğine kapatılmış. Bir dershane çıkışına babam geliyor ve Bahariye Caddesi'ni ilk defa gece görme fırsatını yakalıyorum. Her yerde ışıklar dans ediyor. Genç insanlar cadde boyunca yürüyüp sohbet ediyorlar. Havai fişekler atılıyor."Biraz daha büyüyünce ben de arkadaşlarımla burada yürümeliyim" diye içimden geçiriyorum.
Fenerbahçe ters geliyor bize. Onlara karşı 4-3, 5-1 ve 5-2 kaybettiğimiz maçlar içimde ukte olarak kalmış. Bir hafta sonu öğlen saatlerinde dershaneye gitmek için babamla birlikte evden çıkarken aynı saatlerde Kadıköy'de Fenerbahçe-Galatasaray maçı başlıyor ve televizyondan canlı yayınlanıyor."Neden maçı izlemek yerine dersanaye gitmek zorundayım?" diye üzülürken daha evden çıkar çıkmaz gol sesi geliyor. Bulunduğumuz yer Kadıköy olduğuna ve bu kadar ses çıktığına göre "Kesin Fener attı" derken daha 5.dakikada Doğu Alman asıllı oyuncumuz Torsten Gütschowun Fenerbahçe ağlarını sarstığını görüyorum. Dersanaye vardığımda maç 2-0 oluyor. Rahatlıyorum.Bir yandan da aklıma 3-0 dan 4-3 kaybettiğimiz ve benim televizyon karşısında ağladığım maç geliyor. Ama hayır, öyle birşey yaşanmıyor. Tugay enfes bir frikik golü atıyor, takımın çiçeği burnunda golcüsü Hakan Şükür kafayla çakıyor. 4-1 alıyoruz maçı. Dersane çıkışı Kadıköy sokaklarında gururla yürüyorum ve ertesi gün okulda Fenerli arkadaşlarımın karşısına geçip sırıtıyorum.
Anadolu Lisesi sınavı zamanı yaklaşıyor. Üç tercih yapma hakkım var ve tercihler sınavdan önce yapılıyor. Büyüklerimin yönlendirmeleriyle Hüseyin Avni Sözen, Kadıköy Anadolu ve Üsküdar Anadolu Lisesi’ni yazıyorum. Sınavdan sonra 100 soru üzerinden 81 netim olduğunu hesaplıyorum. Biraz düşük. Bizimkiler bundan memnun kalmıyor. Sonuçlar açıklanıyor. Asıl listeden hiçbir okula giremiyorum. Kadıköy Anadolu’nun 250 küsürüncü, Üsküdar Anadolu’nun da 16.yedeğini kazanıyorum. Kadıköy Anadolu’dan umudu kesiyoruz ama Üsküdar için umutlar var. 1993 yılının Eylül başında annemle Fıstıkağacı’na doğru yola çıkıyoruz. Üsküdar Anadolu’nun Müdür Yardımcısı bizi karşılıyor. Biz “Yedekten girme şansımız nedir?” diye sorunca hiç beklemediğimiz şekilde “Kazandınız zaten, isterseniz şimdi ön kaydını yapayım çocuğun“ cevabını alıyoruz. Böylece yedi senelik, iniş çıkışlarla dolu yeni bir döneme adım atmış oluyorum.
Okul başlıyor. İlk yabancı dilin Almanca olması ilk başlarda biraz ters geliyor. Almanca’da zorlanıyorum. Üstelik hazırlık sınıfıyız diye haftada 30 saat falan Almanca dersi koymuşlar. Zach adında Alman disiplinini bize tam anlamıyla yansıtan bir hocamız var. Kadının yüzü, sinirlendiği zaman hayatımda gördüğün en koyu mor renge dönüyor. Ne kadar ufak olduğumuza aldırmadan bize bağırıyor, çağırıyor, ceza ödevleri veriyor. İlk dönemin bitmesine az bir süre kala çocuğun biri yanlışlıkla bu kadının ayağının üzerine oturduğu sırayı düşürüyor. Kadın önce 6 hafta falan rapor alıyor. Daha sonra da durumu ciddileşmiş olacak ki ülkesine dönüyor ve bir daha okulumuz sınırları içine girmiyor. Bu büyük beladan bu şekilde kurtuluyoruz. Zach’ın yerine derslerimize Mayer adında daha insancıl bir Alman girmeye başlıyor. Almancayı biraz toparlıyorum.
UEFA, Şampiyonlar Ligi diye bir uygulamayı devreye sokuyor. Ama turnuvaya ilk sezonda sadece 8 takımın katılacağı açıklanıyor. Yani katılmak mucize gibi bir şey. Önce Cork City diye adını hiç kimsenin duymadığı bir İrlanda takımını biraz zor da olsa eliyoruz. Sonra karşımıza Manchester United çıkıyor. Buraya kadarmış diyoruz. İlk maç İngiltere’de. Maç başlar başlamaz adamlar deli gibi saldırıp arka arkaya 2 tane gol atıyorlar.Babam “Oğlum kalk yat sen, fark yiyişimizi görme. Hem yarın okulun var” diyerek ömründeki en talihsiz baba tavsiyesini veriyor. Babamın sözüne uyuyorum ve gidip yatıyorum. Sabah kalktığımda “Bugün arkadaşlarımın yüzüne nasıl bakacağım?” diye düşünürken babam müjdeyi verip kendini affettiriyor: "3-3 bitti oğlumİnanılacak gibi bir şey değil gerçekten. Rövanş maçı da İstanbul’da 0-0 bitiyor ve Şampiyonlar Ligi’ne kalıyoruz. Elimizden geldiği kadar mücadele ediyoruz ama grupta 2 beraberlik alıp gol atamadan sonuncu oluyoruz. Yine de o sene Galatasaray’a olan sevgim 100 kat artıyor.
1994’ün ilkbahar ayları. O zamana kadar yaklaşık 2-3 sene Commodere 64+Dataset kullanan ve kafa ayarından illallah demiş bir çocuğum. Emlyn Hughes Soccer, Boulderdash, Impossible Mission, Rick Dangerous, Summer Games, River Raid, Microprose Soccer, Great Giana Sisters ve daha ismini hatırlayamadığım birçok süper oyunu oynama şansını bulmuşum. Ama kasette oyun oynamanın zorluğu canımı sıkıyor. O zamanlar Commodore'un 5¼ Inch ebadında disklere uyumlu (Bildiğimiz disketlerin 2 katı kadar) bir disk sürücüsü var. Bu Disk Driver’ın çok daha geniş bir oyun çeşitliliğine sahip olduğunu ve oyunlarının çok daha basit bir şekilde yüklendiğini, çalıştırıldığını falan öğreniyorum Sınıfta babası para maddi bakımdan sıkıntı yaşamayan bir çocuk var. Çocuğun kısa zaman önce Amiga’ya geçtiğini, elindeki Commodore’u ve Disk Driver’ı artık hiç kullanmadığını duyuyorum. Fırsatı kaçırmak istemiyorum ve çocuğa:”Ee kullanmıyorsan Driver’ını bana satar mısın?” diye soruyorum.”Satarım” diyor. Anlaşıyoruz ama harçlığım o sıralar anca yiyip içmeme yettiği için çocuğa parayı taksitle ödemeye başlıyorum ve borcum aylar yıllar sonra bitiyor. Ama hiç önemi yok çünkü artık simsiyah bir Commodore 1541 Disk Driver sahibiyim. Disket sürücüme muhteşem oyunlar girmeye başlıyor: Double Dragon, The Last Ninja serisi, Usagi Yojimbo, Shinobi, Robocop serisi, Midnight Resistance, Terminator, Speedball, Defender Of The Crown, Sleepwalker, One On One, Turrican...
Haziran 1995. Hayatımın her dönemimde yanımda olacağını henüz bilmediğim bir dost ile tanışıyorum: Müzik. O güne kadar 90’ların akla zarar şarkılarıyla (8:15 Vapuru, Hey Corc Versene Borç, Hadi Yine İyisin, Haydi Şimdi Bütün Eller Havaya, Ateşteyim, Ortada Kuyu Var Yandan Geç, Harç Bitti Yapı Paydos vs) büyümüş bir insanken günün birinde bir arkadaşım “Olum adam gibi bir şeyler dinle artık” diyor ve bana 2 adet çekme kaset veriyor. Biri Metallica’nın kara kapaklı albümü öbürü de Pentagram-Trailblazer Dinliyorum, acayip hoşuma gidiyor. Kuzenden Guns n’ Roses’ın Spaghetti Incident kasetini, babamın müdürünün kızından da Megadeth’in Peace Sells’ini ve Testament-The Ritual çekme kasetlerini ödünç alıyorum. Kısa bir zaman sonra para biriktirip Megadeth’in Countdown To Extinction kasetini satın alıyorum. Bu, aynı zamanda aldığım ilk orijinal müzik albümü oluyor. Gerisi için ise şunu söyleyebilirim: Şu güne kadar müziğe harcadığım parayla rahat bir araba almıştım!
Zaman geçiyor ve ilgi alanlarıma bilgisayar oyunlarından ve müzikten farklı şeyler girmeye başlıyor. Karşı cinse ilgi duyuluyor.Birkaç başarısız yakınlaşma deneyiminden sonra hayatımda ilk defa bir kız arkadaşım oluyor. Onla beraberken ortalığa tamamen masumiyet ve saflık hakim. Bilmiyorum nasıl davranacağımı, ne söyleyeceğimi. O da bilmiyor. Ama sorun yok. İkimiz de gamsızız. Dünya mükemmel bir yer gibi görünüyor, güneş sanki hiç batmayacakmış gibi geliyor. Sanki Beat kuşağına katılmış gibiyiz. Kız arkadaşımla birlikte olamadığım hafta sonlarını basket oynayarak geçiriyorum. Arkadaşlarla basket oynamak için Cumartesileri öğlene doğru buluşuyoruz. İlk durağımız genellikle Kalamış Streetball sahası oluyor. Oradan çıkıp Yoğurtçu Parkı, Kadıköy Meslek Lisesi, İstek Vakfı, Kadıköy Sahili (Şimdi arıtma tesisi falan yaptılar oraya, eskiden kocaman yemyeşil bir araziydi) ve Kadıköy ilçe sınırları içerisindeki hemen hemen her potaya uğrayıp basketbol oynuyoruz. Aynı program Pazar günleri de yaşanıyor.
Emektar Commodore 64'üme elvada diyorum ve Amiga’ya geçiyorum. Boş zamanlarımın çoğu oyun oynamakla geçiyor. O kadar fazla oynuyorum ki babam bilgisayarın başına oturmamam için arada bir bilgisayarın parçalarını saklıyor. Yüzlerce saatimi Sensible World Of Soccer için kurban ediyorum. Worms, Gunship 2000, Indiana Jones The Last Crusade, Larry’ler, The Settlers, Cannon Fodder, Lemmings, Genesia, Utopia, Super Frog, Silk Worm ve aklıma şu an gelmeyen birsürü harika oyun ile tanışıyorum.
Liseye başladığımda notlarımda acayip istikrarsızlıklar görülüyor. Karnemde Lise 1 ve 2'de yıl sonunda 2, Lise 3’te 1 adet zayıf geliyor. Günlerin geçmesi ve bir an önce özgürlüğe kavuşmak için dua ediyorum. Hayatıma şu anda ismi lazım olmayan bir insan giriyor. Yaklaşık 2,5 senemi onunla birlikte geçiriyorum. Tam anlamıyla beni hayatta tutuyor. Herşeyden daral geldiği, ÖSS’nin kabus gibi üzerime çöktüğü, çevremdeki kişilerin çoğunun kolpa olduğunu düşündüğüm, üstüne üstelik bir sürü kişinin öldüğü bir deprem atlattığımız zor dönemlerde hep onu düşünerek hayata bağlanıyorum. Birlikte dönülmesi en zor virajları dönüyoruz. Birlikte uçurumların kenarlarına yaklaşıp düşmek üzereyken kendimizi oralardan geriye doğru çekiyoruz. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama hayatıma o yön veriyor. Rüya gibi geçen 2,5 senenin sonunda beni uykudan uyandıracak tokatı yüzüme vursa da ona kızamıyorum. Ayrıldıktan sonra “Bir daha hiçbirşey eskisi gibi olmayacak” lafı daha anlamlı gelmeye başlıyor.
Haziran 1998. Henüz birkaç senelik, özentilik döneminden tam olarak kurtulamamış bir metalciyim. Yaşım ile orantılı olarak metalcilik hayatımızın en gaz zamanlarını yaşıyorum.Teybime en sık koyduğum kasetler Overkill, Slayer, Testament, Flotsam & Jetsam, Annihilator, Kreator, Megadeth, Iced Earth, Helloween ve Stratovarious kasetleri oluyor. Ancak bir yandan da İskandinavya taraflarından hızla yayılan gothic metal akımından etkileniyorum ve moralimin bozuk olduğu zamanlarda hiçbir grubun müziği Sentenced'ınki kadar bana yakın gelmiyor. Akmar Pasajı'ndan geçmek bile heyecan veriyor. Hele oradaki müzik dükkanlarına girip albüm bakmak; kaset, cd veya tişört almak kadar keyifli bir iş yok. O esnada Kreator ve Samael'in İstanbul'a konsere gelecekleri haberi duyuluyor. Lisede alt sınıftan 2 gaz metalci arkadaşımla anlaşıyorum. Ne yapıp edip bu konsere gidicez. (18 Yaş sınırı koysalar bile en azından şansımızı deneyeceğiz) Hayatımda gideceğim ilk konser olacak bu. Oldukça sıcak bir Haziran günü eskiden bir disko olan Andromeda adlı konser mekanına varıyoruz Dışardaki görüntü acayip derecede heyecan verici. Hiç bu kadar metalciyi bir arada görmüş değilim. Kızlı erkekli yüzlerce kişi konser mekanının hemen dışındaki alanda içki içiyor, muabbet ediyor, şarkılar söylüyor. Arada bir alkolün etkisiyle sapıtanlar oluyor ama zararsızlar. Bazıları bize "Ulan veletlere bak" der gibi bakıyorlar ama umurumuzda değil. Kapılar açılıyor ve herkes içeriye hücum ediyor. Yaş sınırı falan da yokmuş. Ancak içerde bir sorun var, klimalar çalışmıyor. Kan ter içinde önce Samael'i izliyoruz. O zamanlar grubu takip ediyor değilim, zaten ses düzeni de berbat, ne çaldıkları anlaşılmıyor. Bir ara Samael gitarları falan tamamen kısarak tekno çalmaya başlıyor. O an seyirci acayip sinirleniyor: "S...miş Samael" diye bağırmaya başlıyor. (Şimdi düşününce çok komik geliyor bu) Samael'i yuhalıyor insanlar ve Kreator sahneye çıkıyor. Daha anlaşılır bir ses sistemi ile Outcast albümlerine ağırlık vererek iyi bir performans sergiliyorlar. Hayatımda ilk defa arkadaşlarımla kol kola girip kafa sallıyoruz. Bunun sonucu olarak ertesi gün hayatımdaki ilk şiddetli boyun ağrısını yaşıyorum.
Ertesi sene aynı mekanda bir başka efsane thrash grubu Overkill'i izleme fırsatını buluyorum.
90’lı yılların son dönemlerine ait hatırladığım bir gün de yine futbolla alakalı. Tarihi dün gibi hatırlıyorum: 22 Aralık 1999 Çarşamba. Hava inanılmaz derecede rüzgarlı ve soğuk. Okuldan çıkıp kız arkadaşımın yanına gitmek üzere Kadıköy-Bostancı dolmuşlarına biniyorum. Fenerbahçe-Galatasaray derbisi Galatasarayımızın Şampiyonlar Ligi maçı nedeniyle o güne ertelenmiş. Stadın önünden geçiyoruz. Berbat havaya rağmen Fenerbahçe taraftarları dışarıda bekliyor. Fenerbahçe, 1 hafta önce kupada Pendikspor faciası yaşamış, Galatasaray’ın ise önüne geleni yendiği bir dönem. "Ulan bu Fener en kötü zamanında bile bizi yeniyor, acaba gene aynısı mı olacak?" diye endişe etmiyor değilim. Kız arkadaşımı okuldan alıp evine bırakıyorum. Maçın başlamasına çok az bir süre kala Kadıköy sokaklarında boynumda Galatasaray atkısıyla eve doğru yürüyorum. Sokaktaki ve araçlardaki insanlar bana tip tip bakıyorlar. Allahtan hava çok kötü de dışarıda fazla insan yok.
Maça süper başlıyoruz ve ilk yarıda Hasan Şaş ve Marcio ile 2-0 öne geçiyoruz. Tam rahatlamışken Moldovan’ın ortaladığı top esen hayvani rüzgarın etkisiyle kalemize yöneliyor ve kaleci Mehmet'in buyur etmesiyle fark 1'e iniyor. Ancak başka gol olmuyor ve milenyumun son derbisini kazanıyoruz.
…Gözlerimi tekrar açtığımda tarihler 1 Ocak 2010’u gösteriyor. 90’lı yılların bitişinin ardından 10 sene daha geçmiş. O yılları benim için özel yapan neydi, bunu tam olarak bilemiyorum. Belki çocukluktan ergenliğe geçişte yaşadığım gamsız ve eğlenceli zamanların o dönemlere denk gelmesi olabilir. Ya da o yıllarda henüz tam olarak kirlenmemiş, teknolojinin insan hayatında bu kadar yer kaplamadığı bir dünyada yaşamamız. Özlüyorum...
TEŞEKKÜR LİSTESİ
(Bu yazıda ismi geçen insan-nesne-mekanların dışında kalanlar)
Inter Star
Magic Box
Yıldo
Bülent Karpat
Levent Özçelik
Rüstem Batum
Roman Kosecki
Yusuf Altuntaş
Tugay Kerimoğlu
Falco Götz
Reinhard Stumpf
Karl Heinz Feldkamp
Dean Sounders
Greame Souness
Spor Stüdyosu
Teenege Mutant Ninja Turtles
Transformers
Show Tv Kırmızı Nokta Kuşağı
Playboy
Tinto Brass
Ümit Aktan
Meteor Oyun Salonu
Yazıcıoğlu İş Hanı
Joy Bilgisayar
Street Fighter II
Mortal Kombat Serisi
Final Fight
Captain Commando
Al Lowe
George Lucas
Lucas Arts
BlueByte
Sierra
Infogrames
Midway
Psygnosis
TRT Salı Akşamları Yabancı Sinema Kuşağı
Running Man
Robocop(Film)
Rocky IV
Home Alone
Terminator 1&2
Rock Market
Kara Leke
Amorphis
Tiamat
Machine Head
Süper Baba
Olacak O Kadar
Güner Ümit İle Süper Turnike
Bir Kelime Bir İşlem
Haydi Bastır
Aileler Yarışıyor
A Takımı
Mc Gvyer
Cinayet Dosyası
Kalamış Parkı
Fenerbahçe Parkı
Göztepe Özgürlük Parkı
Fenerbahçe Piramit Eğlence Merkezi
Caddebostan Sahili
Akmar Pasajı
Akmar Çevresinde Çekme Kaset Satan İnsanlar
Atlantis Müzik
Saadeth Müzik
Küçük(Bitli)Kemancı
Non Serviam
Şebek Heavy Metal Fanzin
Century Media Records
64'ler
Commodore Dergisi
Meg Amiga
Amiga Dünyası
Game Show
Yüzbaşı Tommiks
Texas
Tenten
Red Kit
Mister No
Zagor
Topitop
Lolipop
Sulugöz
Probis
Capri Sun