Thursday, December 21, 2006

Bana Bunlarla Gelmeyin

Düşünün Kadıköy Akmar Pasajı'nda ağırlıklı olarak rock-metal müzik ürünleri satan bir dükkanda çalışıyorsunuz.CD, plak, kaset, dergi ve konser DVD'lerinin yanı sıra tişört, ve film DVD'leri de satıyorsunuz.İçeriye giren insanların ne tür şeyler sormalarını beklersiniz?En azından aşağıda yazacaklarımı sormalarını beklemezsiniz değil mi?


"Korsan bayrağı var mı?"

"Marduk diye bir adamın posterini veren bir dergi varmış.Var mı sizde?"

"Ege Çubukçu'nun 2 liraya 3 liraya CD'si yok mu?"

"Burada tesbih bulabilirmiyim?"

(Film Dvd'lerine bakarak)"Bu filmleri insanlar mı getiriyor?"

"Jako Pastorious t-shirtü var mı?"

"Burada palyaço kiralanan bir yer var mı?"

"Buralarda DJ'lik kursu veren bir yer var mı acaba?"

"Sauna var mı buralarda?"

"Pozitif düşünce kaseti var mı?"

"Sizde gözlük ve bone var mı?..Deniz ürünleri yani"

"Amerikan bayraklı boxer külot var mı?"

Tuesday, December 12, 2006

Bambaşka Açılardan Haggard İstanbul Konseri 08.12.2006

7 Aralık 2006 Perşembe

Öğlen 12 gibi Atlantis Müzikteydim. Bileti son anda alınan Haggard'ın en genç elamanı Veronica Biendl'ın hangi uçakla geleceği hala belli değildi. Almanya'daki adamımız Uwe Kleinschittinger'i (Bundan sonra kısaca Uwe diyecem) aradım fakat cevap vermiyordu. Grubun 12 kişilik bir bölümünün 16:30'da, geri kalanının da 22:45'de Atatürk Hava Limanı'nda olması bekleniyordu.

Elbette bu kadar kalabalık bir grupla tek başıma ilgilenmem mümkün değildi. Yardımcı olması için bizim dükkanda çalışan Mutlu'nun bir arkadaşıyla anlaşılmıştı. Çocuğun ismi Ömer'di. Ofise geldi, tanıştık.Saat 15:30'da Taksim The Marmara otelinin önünde bizi havaalanına götürmek üzere bir minibüsün bekleyeceğini öğrendik. Şoförün geçen seferki Sodom konserinde bizi deli eden Gökhan zırtapozu olduğunu öğrenince moralim bozuldu. Bir süre boş boş önümdeki monitöre baktım ve kimseyle konuşmadım. Bu Gökhan denilen herif deli gibi araba kullanıyor, olur olmaz yerlerde garip isteklerde bulunuyor (Bana 20 milyon verin yemek yiyeceğim!..gibi) ve bir fırsatını bulduğunda aniden ortadan kayboluyordu. Neyse, daha başlangıçta böyle bir sebepten moralleri bozmamak lazımdı. Bu arada Selda Abladan Veronica'nın ilk grupla beraber geleceğini öğrenip biraz rahatladık..

Ömerle karşıya geçmek için Karaköy iskelesine yürüdük. O saate kadarki vapur seferleri sis yüzünden yapılamamış, ancak tam biz geldiğimizde sis kaybolduğu için tekrar başlamıştı. Sevindik. (Başımıza geleceklerden haberimiz yoktu)

15:30'da The Marmara'nın önünde içinde güneş gözlüğüyle oturan dallama bir herifin bulunduğu servis aracını gördük. Adam sahil yolundan havaalanına gidene kadar aşağı yukarı yedi-sekiz telefon görüşmesi yaptı, üç-dört bayan şöförü taciz etti, ikiyüzelli kadar trafik kuralı ihlalinde bulundu...

Saat 16:00 gibi havaalanındaydık. Munich'den gelecek uçağın beklenen saatte ineceğini öğrendik. Uçak vaktinde indi ama elemanların kontrolü yanlarında taşıdıkları eşyaların fazla olması nedeniyle uzun sürdü. İlk grupta gelenleri ancak 17:00 gibi karşılayabildik. Grubun lideri konumunda olan Asis'i bulmam gerekiyodu. Sora sora adamı buldum; tanıştık, sohbet etmeye başladık. Bu arada eşyalarını minibüsümüze yerleştirmelerine yardım eden havaaalanı görevlisi birisinden para istedi. Haggard elemanı anlamadı birşey. "Benden olsun" dedim, bozuk para uzattım. Herif "Sadaka mı veriyorsun?" diye karşılık verdi ve parayı geri uzattı."Zaten bu yaptığın iş için maaş almıyor musun sen?" dedim bu şerefsiz insan evladına..Sinirlerime hakim olmaya çalışarak minibüsün kapısını kapattım ve 3 yıldızlı otelimizin bulunduğu yer olan Sultanahmet istikametine doğru yola koyulduk. Şoför yine Need For Speed oynar gibi sürmeye başlayınca Haggard'ın yaşlıca bir bayan elemanı "Lütfen daha yavaş gitmesini söyler misin?" diye ikaz etti beni.(Bu arada diğer Haggard elemanları, trafikte değişik atraksiyonlarda bulunduğu zaman şöförle dalga geçiyorlardı. Alkışlıyorlardı falan..Şöförün beyni de bir muhabbet kuşununkinden farksız olduğu dalga geçildiğini anlamıyor, daha da havalara giriyordu)

Yolda Asis ile bayağı muhabbet ettik. Ön satışları, konser mekanının nasıl olduğunu, akşam yemeğinde ne yiyeceklerini falan sordu. Bir de yabancı grupların Türkiye'de çalarlarken sahnede söyleyince sempati kazandığı belli başlı Türkçe kelimeleri sordu iyakşamlar, meraba, teşkürler gibi...Türkiye turu için özel bastırdıkları tişörtleri gösterdi ve bir tanesi senin dedi. Ancak şaşırtıcı biçimde tişört o güne kadar gördüğüm en kötü baskılı tişörtlerden biriydi..

Albion Otel'e vardığımızda otel hakkında ilk düşündüğüm şey "Umarım ilk izlenimlerim beni yanıltır" oldu. Gördüğüm bina dışarıdan bakıldığında otele pek benzemiyordu, daha çok tatil beldelerindeki ucuz pansiyonlar gibi görünüyordu. "Ah be Tansel abi, rezervasyon yaptırmadan önce neden hiç bakmadın şu otele?" diye içimden geçirdim. Görse eminim kararı değişirdi..Grup elemanlarının eşyalarını içeri taşıdık. O arada odalama konusunda sorun çıktı. Adamlar üç kişilik odalar yerine iki kişilik odalarda konaklamak istiyorlardı .Üstelik onlara göre bu, imzalanan söleşmenin maddelerinden biriyid.Oysa ki patronun hanımı telefonda öyle söylemiyordu. Kesinlikle bu odalama şeklinin dışına çıkılamayacağını, çıkılırsa doğacak ekstra masrafı grubun kendisinin ödemesi gerektiğini anlattı. Yaklaşık yarım saat otelin resepsiyonunda tartışmalar yaşadık. Asis ısrarla grupta 3-4 tane çift(sevgili ya da evli) olduğunu söylüyor ve bunların birlikte kalması gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Bu arada tartışmalar esnasında sürpriz bir şey gelişme yaşandı. Elimizdeki grubun Türkiye'ye gelecek elemanlarınının isimlerinin yer aldığı listeye göre 23 kişi olmaları gerekiyordu. Buna rağmen istedikleri odalama 21 kişi içindi. Asis'e "Sanırım iki kişi eksik gelmişsiniz.Nedenini söyleyebilir misin?" diye sordum.Dediğine göre 2 eleman sabahleyin aniden hastalanmış, kusmuşlar falan o yüzden onları yanlarına almamışlar. Genelde saftorik biriyimdir, her söylenenene inanırım ama bu çok da inanılacak bir bahane değildi açıkçası.(Kirli çamaşırlar ertesi gün ortaya çıkacaktı)Ayrıca iki kişi eksik gelmiş olmalarına rağmen bunu bize bildirme gereği duymamışlardı...

Resepsiyondaki tartışmalardan sıkılmıştım. İşi Ömer'e bıraktım. Şans yardım etti, otel görevlisi gruba istedikleri odalamayı sağlayacağını ve eksta ücret almayacağını söyledi. Tam derin bir nefes almıştım ki Asis eşyalarını odasına yerleştirir yerleştirmez yanıma geldi ve "Odamda bir fare vardı!" diye bağırdı. Durumu otel görevlilerine aktardık. Odayı değiştireceğini söyledi..

Saat 19:00 civarı otelin önünde bekleyen minibüse binip akşam yemeğinin yenileceği Mephisto Kitabevi'ne gitmek üzere yola koyulduk. Asis ısrarla akşam gelecek diğer elemanları karşılamak için havaalanına gitmek istediğini söylüyordu..

Manyak şoför, trafiğin o saatlerde yoğun olacağı bahanesiyle bizi Galatasaray'ın oralarda biryerlere bıraktı. Ekip halinde yokuş yukarı yürüyüp İstiklal Caddesi'ne çıktık. Haggard elemanları, İstiklalde kendi konserlerinin afişlerini görünce çok sevindiler. Afişlerin önüne geçip fotoğraf çektirdiler. Bu esnada meraklı bir amca yanıma gelip İngilizce "Where are you from?" diye sordu."Ben Türküm ama onlar Alman amca" diye Türkçe cevap verdim. Adam şaşırdı, "Aralarında en çok Almana benzeyen sensin ama" dedi gülerek..

Grup yemek için Mephisto'ya geçti. Benim yemek yemeye vaktim yoktu. Patrondan 7 buçukta başka bir minibüsün The Marmara Oteli'nin önünde bekleyeceğini öğrendim. Tekrar havaalanına gidip Uwe'yi almam gerekiyordu (Uwe Almanya'dan tek başına geliyordu). The Marmara Oteli'nin önünde Yakup adındaki şoförle buluştum. Neyse ki arabayı daha insancıl kullanıyordu. Yol boyunca bana sürekli haksızlıklara uğradığını, insanlarda saygı diye birşey kalmadığını falan söyleyip durdu...

Havaalanına vardık. Şoför; az ileride bekleyeceğini, uçak indiğinde onu ararsam beş dakika içinde geleceğini söyledi. Uwe'nin uçağı normal şartlar altında 8:15'de inmeliydi. Henüz vakit vardı. Bekleme salonunda kenarda duran makinelere bir teklik atarak kahve aldım...Bu arada hayatım boyunca hiç görmemiştim bu Uwe denilen adamı. Tansel abi onun için "Sarışın gibi, hafif uzun saçlı, Richard Gere'e benziyor biraz" demişti o kadar.

Uçağın iniş vakti geldiğinde adamı bir türlü bulamayınca stres oldum. Sarışın birkaç yabancıya "Are you Uwe?" diye sordum, değillerdi. Bu sırada yanımda bekleyen adam Berlin uçağının pist yoğun olduğu için yarım saat geç indiğini, ama bunun tabelada gözükmediğini söyleyince rahatladım. Çok iyi bir insandı. Uwe'nin beni fark etmesi için adını üzerine yazmak üzere kitabının arka kartonunu yırtıp verdi.(Havaalanında hiç tanımadığın bir adamı beklemek çok stresli bir işmiş)

Saat 21:15 gibi buldum Uwe'yi. İstanbula iki türk arkadaşıyla beraber gelmiş. O gece onlarla biraz takılıp sonra muhteşem otelimize geleceğini söyledi. Okey dedim. Uwe'ye otelin adresini verdim ve adam iki arkadaşıyla beraber havaalanından ayrıldı. Beni havaalanına getiren şöförü aradım. Adamın telefonu kapalıydı! Allahtan yaklaşık bir saat sonra Haggard'ın diğer elemanlarını taşıyan uçak iniş yapacaktı. Dolayısıyla havaalanına mutlaka bir minibüsün gelmesi gerekiyordu. Patronu aradım; "Bekle orada, diğer grubu da sen karşılarsın, ben Gökhan'ı gönderiyorum oraya dedi"."Ulan gene mi Gökhan!" diyerek içimden küfrettim ama yapacak birşey yoktu..

Bıkkın bir şekilde havaalanının içinde dolaşmaya başladım..Birilerini aramak, başımdan geçen saçma işleri anlatmak istedim..Telefon rehberimi taradım ama arayacak kimseyi bulamadım..Burger King'e gidip normal fiyatının iki katına bir Whopper menü aldım.(Havaalanında her şey çok kazıkmış)

Ekranda 22:45'te gelmesi gereken uçağın 25 dakika rötar yapacağı yazdı. On buçuğa doğru Asis, grubun davulcusu Luz ve leş gibi içki kokmakta olan şoför girdiler içeri..Gökhan bizi dışarıda bekleyeceğini söyledi ve yemek parası istedi. Yalanın bazı durumlarda caiz olduğunu hatırlayarak "Yok yanımda para" dedim..Söylene söylene gitti..Asis ile Luz birer kahve içmek istediler. Luz, İstanbul’a gelmişken yeni bir zil takımı almak istediğini söyledi. Ona göre dünyanın en ucuz ve en kaliteli zilleri Türkiye’de üretiliyormuş..Asis ise yine otelden şikayet ediyor ve onlara başka bir otel bulup bulamayacağımı soruyordu. Oteli bir turizm acentasının ayarladığını ve bu isteğinin yerine getirilmesinin zor olduğunu anlatmaya çalıştım..

Uçak, 25 dakika olarak bildirilmesine rağmen yaklaşık bir saat rötar yaptı. Yeni gelen grup bayan ağırlıklıydı. Bütün elemanlar içten bir gülümsemeyle elimi sıktı. Dışarıda bekleyen minibüse atladık. Gerizekalı şöför güzel kızları görünce bir hoş oldu. Zaten alkollü olduğu için iyice kontrolü kaybetti. Tabakhaneye bok yetiştir gibi sürmeye başladı. Önde giden arabaların üzerine üzerine gidiyor, hızını hiç kesmiyor, önde giden arabaları yan şeride geçmeye zorluyordu. Hatta karşıdan karşıya geçen insanları görünce sanki onlara çarpmak ister gibi hızını arttırıyordu (Hayatım boyunca böyle bir yolculuk yapmadım). Arabadaki Haggard elamanları ise işi dalgaya vurup herifin bu tehlikeli hareketlerine alkışla karşılık veriyorlardı.

Şans eseri kimse yaralanmadan otele ulaştığımızda saat gece yarısını geçiyordu. Ertesi gün soundcheck yapmak üzere Yeni Melek’e gideceğimizi, bunun için sabah 11'de hazır olmaları gerektiğini söyledim. Adamlar otele girdikten sonra Gökhan bana “Benim işim var, buradan dönersin sen değil mi?” dedi. ”Abi bu saatten sonra nasıl döneyim burdan Kadıköy'e, üstelik yanımda para da yok” falan diyip acındırdım kendimi. Adam imana gelip Taksim’e bıraktı beni. Oradan dolmuşa atlayıp Kadıköy'e geldim.Eve gidip biraz PES oynadım sonra da yattım…..

8 Aralık 2006 Cuma

Ömer’le Kadıköy’de buluşup Eminönü'ne geçmek üzere vapura bindik. Yolda Tansel Tetik aradı ve soundcheck'in saatinin değiştiğini, 11 yerine 1 gibi konser mekanında olsak daha iyi olacağını söyledi. Tramvaya binip Sultanahmet'te indik. Oteli bulmaya çalışırken Uwe aradı ve beni şok eden şu sözleri söyledi:”Serhat, bu otel hasarlı bir otel. Bizim için burada daha fazla kalmak imkansız. Bazı grup elemanları kaçıp gittiler buradan”.Gerçekten de kafamı kaldırıp baktığımda bazı Haggard elemanlarının Sultanahmet Meydanı'nda gruplar halinde dolaştıklarını gördüm. Büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu fark ettim, işlerin sürekli ters gitmesinden dolayıcanım çok sıkılmıştı..Ama kendimi topladım ve gördüğüm grup elemanlarının yanlarına gidip 11 yerine 1'de otelden soundcheck yapmak üzere konser mekanına hareket edeceğimizi söyledim. Zar zor oteli bulduk.Bu esnada klavyeci Hans Peter’in (Kendisi 1958 doğumlu) eşofmanlarla civarda sabah koşusu yaptığını gördüm. Hem şaşırdım hem takdir ettim hem de güldüm.

Otelde Uwe ile Asis sinirli bir şekilde bizi bekliyorlardı. Dışarıdaki dandik masalardan birine oturup konuşmaya başladık. Daha doğrusu onlar konuşuyor ben dinliyordum. Asis’in uykusuzluktan gözleri şişmişti. Otelin berbat bir yer olduğunu anlattı. Odalarda tahtakurularının olduğunu ve kollarını ısırdıklarını söyledi (Gerçekten de kollarında kırmızılıklar vardı).Odalarda çöp kutusu ve havlu olmadığını, tuvalet kokusunun her yerden duyulduğunu ve gece sürekli duyulan bir sifon sesi yüzünden kimsenin yeterince uyuyamadığını söyledi. Bu oteli bir an önce terk etmek istediklerini anlattı. Eğer mümkünse bir gece daha bu otelde kalmak yerine konserden sonra doğrudan Ankara’ya gitmek istediklerini söyledi. Bu konuda bir şeyler yapacağımıza dair söz verdim ona..Asis, saat 1'e kadar dinlenmek istediğini söyleyerek odasına çekildi. Ben Ömer ve Uwe ise birşeyler yemek için Çemberlitaş'ta bir kafeye gittik. Bu arada Uwe Türkiye’ye gelmeyen iki elemanın hastalık yüzünden değil, paranın zamanında ödenmemesi yüzünden gelmediğini söyledi…Oysa ki ödemenin zamanında yapıldığından emindim...

Saat 1’de otele döndüğümüzde kocaman bir otobüsün otelin önünde beklediğini gördüm.(Ne de olsa grubun tamamını taşıyacaktı)Ben, Ömer, Uwe ve 20'den fazla Haggard elemanı otobüse doluştuk.

Yeni Melek’in arka girişine ulaşmamız için Beyoğlu’nun ara sokaklarına girmemiz gerekiyordu. Ara sokakların birinden yokuş aşağı iniyorduk ki otobüs fazla iri olduğundan dolayı ön tarafı yere sürtme tehlikesi geçirdi. Çözüm olarak ağırlığı azaltmamız gerektiğini düşündük ve hep beraber indik araçtan.Ama işe yaramadı. (Bu esnada civardaki insanların uzaylı görmüş gibi bize baktıklarını söylememe gerek yok sanırım) Otobüsün yere sürtmeden önündeki düzlüğe ulaşması zor gözüküyordu. Uwe arka tekerleklerin önüne taş koyarsak otobüsün zarar görmeden düzlüğe ulaşacağını söyledi. Bu planı uyguladık. Ama yine de otobüsün ön kısmı biraz yere sürttü. Şöför dellendi ve daha fazla ilerlemeyeceğini söyledi."Bu arabayla beni buraya niye soktunuz ulan!" diye bağırdı ve hasarın karşılanması için para istedi. Meydana gelen hasar için Tansel ile konuşması gerektiğini söyledim. Bir yandan da yaşanan bu kadar aksilik yüzünden sinir krizi geçirmek üzereydim. Şöför fazla üstelemedi ve bizi bırakıp gideceğini söyledi! Araçtan inerek Beyoğlu'nun arka sokaklarından Yeni Meleğe doğru yürümeye başladık. Yaklaşık 25 kişiydik ve etraftaki insanlar bizi ilgiyle izlemekteydi..

Galatasaray Hamamı'nın yakınlarında dik ve uzun bir merdiven vardı. Merdivenden yukarıya çıkarken grubun ses teknisyeni aniden titremeye başladı. Nefes nefese kalmıştı ve “Scheisse Scheisse!” diye bağırmaya başladı. Meğerse astım hastasıymış ve sık sık nöbet geçirirmiş..Düzelmesini bekledik..O an ciddi anlamda berbat hissettim kendimi. Bu konser hiçbir zaman olmayacak gibi gelmeye başladı bana…

Güç bela Yeni Melek’e vardık..Tansel Abi karşıladı bizi. O ana kadar herşeyin çok kötü gittiğini anlattım. Bana moral verdi, görevimi yaptığımı falan söyledi…
Backstage’de Uwe, Asis ve Tansel abi konuşmaya başladılar. Galiba paranın zamanında yatıp yatmadığını, otelin neden böyle kepaze olduğunu falan tartışıyorlardı. Yeni Melek'in sahne arkasındaki koltuklarından birine uzanıp gözlerimi kapattım…..

Hm konser nasıl mı geçti? Öncelikle Haggard konser mekanından bayağı memnun kaldı. İçeride her türlü yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını karşıladık. Önlerine kasalarla bira sunduk. Bir dediklerini iki etmedik.S oundcheck için onlarla kaliteli bir teknik ekip ilgilendi. Uzun zamandan beri Yeni Melek’te duyduğum en iyi soundu yakalamalarına yardımcı oldular. Konserde her enstrüman net bir şekilde duyuluyor gibiydi. Bunun yanında seyircilerin şarkılara katılımını takdir ettim. Kaliteli bir seyirci vardı. Ayrıca içeride 1000’in üzerinde insan olması da sevindiriciydi..Açıkçası Haggard fanı değilim, bu yüzden konser sırasında backstage'de takılıp bira içmeyi tercih ettim. Bu arada Asis konserin sonlarında “I want to thank to the organizator and Atlantis Music” dedi. Bunu duymak beni oldukça mutlu etti. Demek ki grup, önceden yaşanan bütün aksaklıkları unutmuş..

Beklendiği üzere Haggard konserden sonra o berbat otele dönmek yerine doğrudan Ankara’ya doğru yola koyuldu.Ben de bulduğum ilk vasıtaya atlayıp Kadıköy’e döndüm….

Thursday, November 23, 2006

Murat Adanç

Level Dergisi, son sayısında Murat Adanç ile yapılan bir röpörtaja yer verecekti.

Beklenmedik , sürpriz bir haberdi benim için..

Uzun zamandan beri gerçek anlamda hiçbir şeye tepki vermeyen ben, yazıyı okuyunca "Ah be üstat, yapmışsın yine yapacağını" diye tepki vermeden edemedim. Hayatım boyunca hiç görmediğim, ancak 64'ler ve Gameshow dergileri zamanında yazılarını ilgiyle takip ettiğim bu adamın yıllar sonra bir dergiye verdiği röpörtajı okumak nostalji denizine dalmamı sağladı..

MAC Adventure, United Pessimist, MAC Borsa Endeksi, Text Adventurelar, Lord of the Rings ve Ortaköy gecelerini hatırladım bir an.

Bu adam beni benden daha iyi ifade edebiliyor. Hissedip de kelimelere dökmeyi başaramadığım şeyleri hep onun satırlarında buluyorum. Yüzünü hiç görmediğim bu adamla aynı duyguları paylaşıyorum..

Gerek bloğumda gerekse diğer yazılarımda ifade etmeye çalıştığım bazı şeyleri aşağıdaki birkaç satırda o kadar muazzam anlatmış ki saygı duymamak elde değil..

(Alıntı)

"Benim şu gören gözlerim var ya. Onlar 6 yaşında falan. Zeka yaşı olarak. Her şeydeki oyuncağı, cicili bicili yanları görüyor. Ama arkada o gördüğünü analiz eden öyle bir sistem var ki, 666 yaşında. Şüpheci. Hiç kimseden iyi bir sonuç çıkmasını beklemeyen bir sistem bu. Hiç kimseden en doğruyu yapmasını beklemem, kimse de beklememeli. Kahramanlık yapanlar, iyiyi seçenler hak ettikleri puanlarını alsınlar. Ama ne dünyadan iyi bir yer olmasını, ne de insanlardan kahramanlığı seçmesini beklemezdim ben. Hala da beklemiyorum.
Sonuç olarak işte herzamanki ben: 6 yaşındaymış gibi bak, 666 yaşındaymış gibi analiz et, dalganı geç. Çünkü elinden başka bir şey gelmiyor"

Thursday, November 16, 2006

Last FM'imde Son Durumlar



Evet sayın seyirciler Last FM liginde Norveç temsilcisi In The Woods'u şu an lider olarak görmekteyiz.(Bu, depresyon hastası olmaya doğru ilerlediğimi gösterebilir)Omnio diye bir album yaparak kalplerimize dokunan In The Woods'un hemen ensesinde bir başka kafadan sakat grup olan Diary Of Dreams yer alıyor.Liderlik her an el değiştirebilir bu ligde (Üç puanlı sistemde herşey olabilir) 3.sıradaki herkesin duyunca "Aa Rocky'nin şarkısını yapan grup değil mi bu?" dediği, Türkiye'de diğer parçaları pek bilinmeyen bahtsız grup Survivor ile 4.sıradaki Britanya'nın en çok risk alan grubu Paradise Lost'un ve yaklaşık 6 senede bir albüm yapan vejeteryen elemanlardan oluşan hard rock grubu Boston'un puanları 39..Bu üçlü arasındaki sıralamayı averaj belirliyor?!..Onların altında UEFA hesapları yapan İrlandalı asi çocukların grubu The Cranberries'i görüyoruz.

7.sıradaki Avusturya ekibi Dreams Of Sanity, hoş bayan vokali ve etkileyici klavye melodileri ile bezenmiş müzikleri ile zirvedeki rakiplerine gözdağı veriyor..8.sırada 29 puanlı Tesla'yı görmekteyiz.GönlümüzDon't Do-Rock Me adlı parçalarının birgün aynı isimdeki rock barda çalınmasını arzuluyor..Tesla ile aynı puanı paylaşan The Gathering'in konseri iptal olduğu için federasyon tarafından 3 puanı silindi (Ama Anneke hala güzel) Zirvenin en aşağısında Anadolu takımlarının gururu Asia'yı görüyoruz.Sezon başında "Küme düşer" yorumları yapılan bu ekibin kendine üst sıralarda yer bulması sezonun sürprizi olarak değerlendiriliyor..

Monday, November 13, 2006

In My Time Of Need

Bir şeyi kesinlikle biliyorum..Hayat hakkında şüphelerim var ama ölüm hakkında asla...
Ölümden sonrası için umutlarım var ama hayat için pek yok...
Tamamen yalanlar üzerine kurulmuş bu dünyada kendime karşı bu derece dürüst olabiliyorsam takdir edilmesi gereken birşey bu...
İçinde gerçekten ait olmak duygusunu hissedebileceksem bir çöplükte bile yaşamaya razıyım..Uğruna yaşamaya değer tek bir insan olduğuna inanabilseydim hayatım çok daha farklı olabilirdi...
Verecek ışığım olmadığından karanlığı seçiyorum..Ama bu seçim kontrolümün ötesinde gerçekleşiyor.
Özgürlük, huzur ve mutluluk sadece bir halusinasyon hala..Arada bir bazı geçici çözümler bu halüsinasyonu görmemi sağlıyorlar..Ama gecenin bir yarısı yatağımda tek başına kıvrandığımda herşey yeniden başlıyor..Sürekli kaçıyor ama hiç uzaklaşamıyor gibiyim..
Gerçeklerden kaçıyorum..Soğuk, acı ve mide bulandırıcı gerçeklerden.Ağzımı açabilsem uzun süre hiç durmadan konuşabilecek olmama rağmen kenara çekilip tehlikelerin ve kabusların geçmesini bekliyorum.Sanki paralize olmuşum..
------------

Bak yine geçti...atlattık bunu da?¿

Tuesday, October 24, 2006

Kusmuk

Bazen düşünüyorum da acaba biz insanların tüm davranışları ve sözleri kendimizi kandırmak üzerine mi?Hepimiz konuşuyoruz ama kim dinliyor gerçekten?Kendi çıkarımızı düşünmeden en son kim için ne yaptık?Birilerine yakınlaşıyoruz, onlarla zaman geçiriyoruz, hatta aşık olduğumuzu sanıyoruz ama bunlar aslında hep cinsellik içgüdümüzle alakalı..Artık daha fazla "Seni seviyorum"lar duymak istemiyorum çünkü hepimiz sadece kendimize aşık olabiliyoruz.Bazılarımız ise genetik sebepler yüzünden bunu başaramıyor ve hayata tutunmaları zorlaşıyor.Ben bu gruba giriyorum sanırım..Belki kendimle barışık birisi olabilseydim bu satırları hiçbir zaman yazmayacaktım ve umursamaz bir adam olarak daha az sorgulayarak sürderecektim hayatımı..Gerçi bunu istemezdim..Uzun süredir sokakta, dükkanda ve birçok yerde gördüğüm çoğu insana "Bu neden yaşıyor ki?" diye sormak istiyorum..Yaşadığım coğrafyada çok fazla insan tamamen "Oksijen israfı".Kusur bulmak, insanları kıskanmak ya da aşağılamak gibi huylarım hiçbir zaman olmadı ama aklımdan geçenleri bari buralarda yazayım da rahatlayım azıcık..Buna hakkım var değil mi?

Thursday, October 12, 2006

I Am Your Flesh



My eyes are closed.I feel alone.There is something inside me dripping and screaming.How can I feel love when love was something I never had?Talk to me-do you know me, and who I am.I am your flesh,remember me.Tell me who I am,and I will tell you what is behind that door; there is a child who is waiting for you....No one to touch no one to hold.I am alone, fighting against this disease.I lost my eyes.I lost my head.I lost my flesh and my heart-who made me?You made me.I lost my blood.I lost my love.I lost my feelings, and I am losing my mind...

Tuesday, September 26, 2006

56k

Evet saatler 12:20'yi gösteriyor ve Atlantis Müzik'ten sesleniyorum..Bloğuma ilk defa evimdeki bilgisayardan başka bir bilgisayardan yazıyorum..Aynı zamanda gayet külüstür ve hantal bir bilgisayar bu..Böyle saçma bir bilgisayarın hak ettiği bağlantı dial-up bağlantı olduğu için önce wordde yazıp sonra internete bağlanacağım ve copy paste yöntemiyle postumu göndereceğim..

Az önce adamın birine mor bir tişört satarak siftahı yaptım.Bu saate kadar hiçbir şey satamamak kötüydü ama neyse ki şeytanın bacağını kırdım.Ayrıca bu ara işlerin kötü olmasınının belli sebepleri var..Okullar açıldı, millet kitap işine odaklanmış durumda..İnsanlar müzik ve film gibi hobi kategorisine giren şeylere kolay kolay para harcamıyorlar.

Bu arada esmer bir oğlan içeri girip “Tez ve proje hazırlayan bir tanıdığın var mı?” diye sordu şimdi..Yok abi ben sosyolojiden mezun oldum bu sene, bizde tez yoktu dedim..Tez zamanda kaybol dükkandan dedim (Bunu içimden dedim).Nerden buluyor bu garip adamlar ve sorular beni ya..Geçen gün de biri aramıştı, aramızdaki dialog aynen aşağıdaki şekilde gerçekleşti:

- Alo Atlantis mi orası?
- Evet buyrun?
- Numaranızı internetten buldum da birşey soracaktım
- Tabi sorun..
- Ceviz satıyor musunuz?
- ........(eaaeaaaaaa)

"Yok kayısı satıyoruz, hakiki Malatya kayısısı" diyecektim de diyemedim..

Bu arada Billy Joel CD'sini çıkartıp Warrant CD'si takarak hareketlendik biraz..Bundan sonra da Deicide yeni album takarım belki..Bu arada şu Lastfm olayına girdim de bayağa hoş birşeye benziyor.Hangi şarkıları hangi sıklıkta dinlediğini istatistiklerle gösteriyor falan..Dinlediğin müzik türlerine göre grup önerilerinde bulunabiliyor.

Şimdilik bu kadar yeter sanırım..56k modemlerin internete bağlanırken çıkarttıkları sesleri özlemişim..

Thursday, September 07, 2006

Remembrance



Recep Hoca'nın pek de eğlenceli geçmeyen derslerinden birinde herkes not tutarken benim zırvaladıklarım...

Tuesday, September 05, 2006

Renkörü

Kör olsaydım hayatın hangi renk olduğunu umursar mıydım?


Düşündüğümde belki gri bana uygun olandı..Sabah uyandığımda genellikle gördüğüm renkti..Ama ya bir daha hiç uyanmak istemezsem?

Evet güneş her zaman turuncu idi ama ben onu göremedikten, ışığı hayatıma umut adına birşey katamadıktan sonra onun rengi bemim rengim olamazdı..

Uzun süredir rock-metal müzik dinlediğim için belki siyaha yakın hissediyordum kendimi.Ama bu müziği dinleyenlerin, icra edenlerin ve pazarlayanların da diğer insanlar gibi kapkara bir kalbe sahip olduklarını bilmek engellemez miydi beni?Hayır, başkalarına ait olan bir şey bende olmamalıydı..

Renklere fazla takıldığımı düşünüp biraz uzaklaşmak istediğimde belki seni karşımda bulurdum.Oturup konuşmaya çalışırdık.Ama içinde bulunduğum ruh hali, sadece dudağımı oynattağımı görmene izin verecekti..

Sadece dudağımı oynatmamı görebilseydin ağzımdan çıkacak kelimeleri önemser miydin?


Geride bıraktığım bütün insanları yüzümde hala kaybolmayan bir tebessümle aramaya devam edeceğim belki..Ama onları bu yorgun gözlerimle asla göremeyeceğimi anlamam lazım..

Senin vereceğin huzura ihtiyacım olamaz çünkü bu dünya üzerinde huzur içinde yaşayabileceğim bir yer yok..

Neden bana gelmiyorsun,
Neden benimle hissetmiyorsun?
Benimle görmüyosun??
Biliyorum bu dünya değişti ama hala orada....Sen......


Friday, August 25, 2006

Pain Doesn't Hurt When It's All You've Ever Felt

Bu aralar en çok dinlediğim sakat, karambol, kalbe zararlı şarkıları düşündüm de....


1-Diary Of Dreams-Colorblind

Bu Adrian Hates ve grubunun hayatıma girmesi iyi mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum. Bir yandan atmosferik müzikleri onları hayatımın gruplarından biri yaparken bir yandan da zaten pek normal olmayan ruh halimi daha da diplere sürüklüyorlar..Hiçbir insan evladının özellikle şarkının nakaratındaki duygu yoğunluğuna kayıtsız kalabileceğini sanmıyorum..Come with me........


2-The Gathering-Alone

Fazla söze gerek yok. Her sabah etrafta kimseler yokken aklıma gelen ilk şarkı bu oluyor. The Gathering, bence hiç sıkılmadan dinlenebilecek, zamana hiç yenik düşmeyecek bir albüm yapmış. Bu şarkının bana çağrıştırdıkları şu an için biraz özel şeyler olsa da siz bir dinleyin, belki ortak bir noktada birleşebiliriz..


3-The Gallery-A Wave Of Mature Grain

Bu grubu keşfetmemi sağlayan adaşım Samuray Bektaş'a teşekkürlerimi iletiyorum buradan. Non Serviam'da bu albüme 6 üzerinden 6 vermeseydi muhtemelen gruptan hiç haberim olmayacaktı..Şarkıya gelince..Muhteşem bir gitar melodisi, araya serpiştirilmiş güzel bayan vokaller ve parçanın her an patlama yaratabilecek bir havası olmasına rağmen aynı zamanda içsel duygulara da hitap etmesi bu şarkıyı favorilerimden biri yapıyor..


4-Ihsahn-The Pain Is Still Mine

Muhteşem bir klavye melodisi, olağanüstü bir atmosfer ve keskin tempo iniş çıkışları..Bir şarkıyı çok sevmek için daha kaç tane nedene ihtiyacım olabilir ki?


5-Sundown-As Time Burns

Gece kadar karanlık albümün en baba şarkısı desem basitçe özetlemiş olurum sanırım..

Thursday, August 24, 2006

Rumours About Angels

Bazı şeylerin üzerinden bu kadar zaman geçtiğine inanası gelmiyor insanın..

Parıldıyorlar orada..Parıltılarını görmemi sağlayan içinde bulunduğum umutsuzluk ve derin yalnızlık mı acaba?Ne farkeder ki..Yaşamımın asla eskisi gibi olamayacağıma gün geçtikçe daha çok inanmaya başlıyorum..Keşke birileri gelip tamamen yanlış düşündüğüme inandırabilse beni, hatta bunu canımı sıkacak kelimeler söyleyerek de yapabilir..Keşke birileri olsa..Bundan emin olabilsem..Keşke tekdüzelik bu kadar yer kaplamasa neden içinde bulunduğumu asla bilemediğim bu hayatta..

Daha önce başarmış olduğum birtakım işleri ve yaşamış olduğum güzel anları düşünerek hala bir miktar güç bulabiliyorum.Belki küçük çapta da olsa da bir hedefim var gelecekle ilgili..Ama son günlerde şu ana kadar gerçekleştiremediğim hayallerim ve boşa harcadığımı düşündüğüm zamanla o kadar sık hesaplaşmaya başladım ki..Bu ne zaman başladı bilmiyorum, sanki başı yok ama sonsuza kadar sürecek gibi..Kendimi baskı altında hissediyorum, daralıyorum..Bunun sebebi sabah saatim çalınca kalkıp işe gitmek, iş hayatında stres yaşamak falan olmamalı..

Hala bazı hareketlerimi ve sözlerimi kendim bile anlayamıyorum..Hala uzağım insanlara, beni saklandığım sığınakların içinden çekip gün ışığına çıkarabilecek mucizevi kişinin gelmesini bekliyorum..

"Korkarak yaşarsan hayatı sadece seyredersin".Sadece doğru olduğunu kabul etmekle yetiniyorum bu sözün, çünkü hiçbirşeyi değiştirmek için gücüm yok gibi..

Şu anda bir gece yolculuğunda (Otobüs bile olur, ama uzun mesafe olmalı) Diary Of Dreams'in One Of 18 Angels albümünu dinlemek istiyorum.Karanlıktaki güzellik beni cezbediyor..

Saturday, August 19, 2006

Pasaj Günlerinden


Akmar Pasajındaki bir müzik markette çalışırken karşılaşabileceğiniz normal olaylarlardan bir derleme yaptım:

1 - Her sabah dükkanı açarken karşıdaki kitapçının iğrenç hoparlöründen yayılan Şebnem Ferah şarkılarını son seste dinlemek..(İlerleyen saatlerde Şebnem Ferah'tan türkülere geçtiklerinde kontrolü kaybediyorum ve onlara yükses volümde metal müzik ile karşılık veriyorum.Sonuçta bizim hoparlörlerimiz onlarınkini bastırıyor ve zafer metal savaşçılarının oluyor)

2 - Pasajdaki bütün kitapçıların dükkanlarının önlerinden geçen herkese "Buyrun", "Kitaplarda %50 indirim var", "Aradığınız bir kitap var mı?" diye seslenmeleri..(Birşey arayan insan sorar zaten..Görüyor senin ne sattığını...Hatta geçen gün bana da "Buyrun" dediler bir kitapçının önünden geçerken)

3 - Pasajdaki kitapçılardan birinin adının Kozi Kitabevi olması(Ee ne var bunda demeyiniz, adamın ad Kozi imiş meğer..Ayrıca dükkanın camına sarı-kırmızı-yeşil renklerden oluşan bir flama asıyor herif..Bir de neden Akmar pasajındaki kitapçıların hemen hepsi kürt kökenli, planlı mı yerleştirildiler oraya acaba)

4 - Müşteriler tarafından dükkanda bulunması imkan dahilinde olmayan garip şeylerin sorulması..Örnek: Virüs programı, porno film, erotik film (Porno'nun daha kibar olanı), Zekai Tunca'nın ilk kaseti, bandana, Gandhi Tişörtü, eski İtalya tişörtleri, Amerikan bayrağı baskılı boxer, tespih, ilahi mp3'leri, hap (Evet bildiğimiz keyif verici madde)

5 - Patron faturayı ödemediği için telefonun aniden kesilmesi..Sürekli "Sizden önce uzun saçlı gözlüklü bir bey vardı burda ne oldu ona?" sorularına maruz kalmak..Distribütörü olduğumuz şirketlerin albümlerinin siparişler aksadığı için dükkanda bulunmaması..Distribütörü (Ne zormuş bu kelimeyi yazmak) olduğumuz firmanın CD'lerini yan dükkanda görmek ve hayret etmek..Dükkandaki klimanın bir türlü tamir ettirilmemesi..Bütün yaz eski bir vantilatörle serinlemeye çalışmak (Vantilatörün de bozuk olduğu için sağa sola dönmemesi, hep belli bir yöne üflemesi)..Jazz standının içinden Eminem albümlerinin çıkması..Her sabah yaklaşık yarım saat boyunca kaset ve tişörtleri dışarıya dizmek (Akşam kapatırken de tersini yapmak)..Diğer dükkanların dışarıdaki mallarını basit bir kilit sistemiyle muhafaza ettiklerini görmek, bu durumda tek işkence çekenin biz olduğumuza kanaat getirmek..Zamanında tanesi 1 - 2 eurodan alınmış Budget CD'lerin bir yığın oluşturması ve onları yerleştirecek raf bulamamak..Dışarıdaki telefon tellerinin üstüne üzerine tişört asmak, bu yüzden bir gün "Telefonumuz kesildi sizin yüzünüzden" diye iriyarı bir herifin gelip benden hesap sorması..Karşı dükkanın kendi POS cihazının olmaması, kredi kartıyla yaptığı satışlar için bizim POS cihazını kullanmaları ancak patronun bizim cihazdan yapılan işlemlerin nakit karşılığını onlara çok geç ödemesi - bu yüzden karşı dükkan sahibinin sürekli çileden çıkması..Çekmecelerin kırık dökük olması ve içlerinde nuhnebiden kalma malların bulunması (Video kasetler gibi)

Tuesday, August 01, 2006

Order of Chaos

Bu sabah dükkanı açmak üzere saat 10 gibi evden çıkarak Kadıköy'e doğru yürümeye başladım.Olağandışı bir durum göreceğim aklıma gelmezdi haliyle.Ancak Osmanağa Camisi'ne doğru yaklaştığımda bir anda bağırış çağırış sesleri duyulmaya başlandı.Kaldırımlarda tezgahların kurulmuş olduğunu farkettim.Birsürü esnaf mallarını yere sermiş avazı çıktığı kadar bağırıyordu."Tişörtler 5 milyon", "Buyruuuun", "Gel vatandaş gel" sesleri birbirine karışıyordu.Yerlere kurulmuş tezgahların çevresinde inanılmaz kalabalıklar birikmişti.Tam bir kaos ortamı hakimdi.Gördüklerime inanamadım."Kadıköy yerine Eminönü'ne mi geldim acaba?" diye düşündüm bir an için.At hırsızı tipli heriflerin arasından sıyrılıp Akmar Pasajı'na ulaştım.Gördüklerimi karşı dükkandaki çocuğa anlatınca: "Ya bugün Zabıtaların günüymüş, çalışmıyolarmış.O yüzden işportacılar sarmış heryeri" dedi.İnanmak istemedim ama doğruymuş.Zabıtaların bir günlük yokluklarını fırsat bilip böyle bir işe kalkışmış adamlar.

Akşam dükkanı kapatıp eve doğru yürümeye başladığımda elemanların hala yerlere kurmuş oldukları tezgahlarında insanlara birşeyler satmaya çalıştıklarını gördüm.Biraz dikkatlice baktım yüzlerine satıcıların.Gözlerini para hırsının bürümüş olduğunu fark etmek zor değildi.Onlar için hayat satış yapmak, para kazanmak demekti.Para hırsı kamçılıyordu onları.Herhalde daha çok para kazanınca daha güzel yerlere gelmeyi, daha güzel kadınlarla birlikte olmayı falan hayal ediyorlardı.

Meseleyi bir sosyoloji mezunu olarak değil de herhangi birisi olarak sorguladım.Demek ki zabıta bu esnaf milletini kendi haline bıraksa her gün bu karmaşa yaşanacak sokaklarda.Para kazanmak uğruna kaldırımlar işgal edilecek, esnafın çıkaracağı rahatsız edici sesler yankılanacak her tarafta..Peki biz nasıl güveneceğiz birbirimize toplum olarak?Herkes bu ölçüde kendini düşünüyorken nasıl uyulacak düzene?Kaldırımlarda uçuşan çöplere, ortaya çıkmış olan iğrenç görüntü kirliliğine bakarken bir kez daha asla parçası olmak istemediğim bir toplumun içinde yaşadığımı farkettim ama yapacak fazla birşey yoktu..Bakkaldan bir iki bira alıp kafayı dağıtmaktan başka elden ne gelirdi?

(Sırf geyiğine bir gün sürekli dükkanın önünde dikilip "CD'lerde yüzde 50 indirim var, buyruuuuun CD'ler, DVD'ler, Filmler, Tişörtler" diye bağıracağım)

Wednesday, July 26, 2006

Yargı

Bazen uyumanın huzura ulaşmanın tek yolu olduğunu düşünüyorum.Gözlerimi kapatıp rüya alemine geçerek ruhumun bir parça huzur bulabilmesini umut ediyorum.Bazen içimde birikmiş yorgun masumiyet ile doğru zamanı ve doğru kişileri yakalayabileceğime inanıyorum..

Ancak hafif uykunun rahatlığında karşılaştığım sadece bir donuk kucaklaşma oluyor..

Depreşen hatıralar eski sırların unutulmamış uykusundan fırlıyorlar..Hatıralar, yüzeyin altında, benim nefes alabileceğim kadar uzakta bir saniye içinde 5000 metre dibe batıp aynı hızla yüzeyin üzerine çıkıyorlar..Zaman geçiyor, yatağımda yapayalnız uyandığımda anılarımın beni boğmak için geri döndüklerini fark ediyorum..İçimin paramparça olduğunu hissediyorum..Sapacak tek bir yol kalmış gibi geliyor..Kendi kendime düşünüyorum: "Bu, uzun vadeli bir sorun, bir geçici çözüm yaratılır elbet..Ama hepsini boşver Serhat, nasıl olsa mutlu gibi davranabiliyorsun.."

Uzun yıllardır içimi sarmış olan acı yalanlar, boş vaatler ve tatmin edilememiş düşler rüzgarda dağılan toz gibi dağılıyorlar dört bir yanıma.Ayağa kalkıp camdan insanlığın şuursuzca kirlettiği dünyaya bakıyorum (İnsanın temiz bıraktığı, çıkarı uğruna bulaşıp da zarar vermediği ne kaldı ki zaten).Kadıköy semaları fazlasıyla karanlık görünüyor..Belki de henüz sabah olmadı..Sanki karanlık gökyüzünün arkasında tutulan bir güneş var gibi..İçimden bir ses fısıldıyor: "Yarın hiç bir zaman gelmeyecek, hep sadece bir gün vardı ama şimdi onun için çok geç.."

Wednesday, June 28, 2006

Zor Dostum Zor

Hiç 35 derece sıcaklıkta nefes almanın bile zor olduğu koridorlarda bir saat civarı kendinizle ilgili olmayan bir iş için Bağ-Kur kuyruğunda beklemedeyseniz hayatı eksik yaşamışsınız demektir..O cehennemi ortamda en sonunda sıra size gelip sadece birkaç dakika süren evrak işinizi yaptırdığınızda hissedeceğiniz tatmin duygusu hiçbirşeye değişilmez..

Size 4-5 tane tişört çıkarttırıp hepsini denedikten sonra hiçbirini almadan dükkanınızdan çekip giden müşterilere karşı sakin durmayı, arkalarından küfür etmemeyi becerebiliyorsanız nirvanaya uzanan yolda küçümsenemeyecek aşama kaydetmişsinizdir..

Üstüste iki uykusuz geceden sonraki gün vücudunuz artık yorgunluğa isyan ediyorsa ancak siz hala o gece rahat uyuyabileceğinizin hayalini kurabiliyorsanız zorlukların üstesinden gelebilecek bir yapıya sahip olduğunuzu söyleyebiliriz.

Her bireyin sadece kendi çıkarını düşündüğü bir düzende benim gibi inatla her önünüze gelene güvenebiliyorsanız bu dünyaya ait olmamanız gerekir...

Zordur zor zamanlarda gülebilmek..Zor olandır insanın tutkularının gittiği yön..Kolayca elde edebileceğimiz herşey geçicidir inişli çıkışlı hayatlarımızda..Henüz ulaşılamamış olanın yarattığı heyecan ve arzu tatlıdır..Umutlar ve hedefler genellikle "zor olanın" ve "kolay elde edilemeyenin" üzerinde şekillenmiştir..

Verdiğimiz yaşam mücadelesi içinde karşımıza çıkan engellere takılı kalmayıp sıkıntılı zamanlarda dahi hala gülecek birşeyler bulabiliyorsak bu harika birşey...

Thursday, June 08, 2006

The More Things Change

Machine Head...Nasıl deli gibi severdim bu grubu lisedeyken..Zamanın metal müzik çalan televizyon programlarında (Kara Leke gibi) çıktığında sevindirik olurdum. Old ve Take My Scars video klipleri ile tanımıştım onları. Burn My Eyes albumlerininin kasetini aldığımda da favori gruplarımdan biri olmuşlardı. Gaz zamanlarımdı..Okulda Umut adlı bir vatandaşla vokalist Robb Flynn hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum.Galiba aldığım kaseti ona da çekmiştim ve böylelikle o da bir Machine Head fanı olmak üzereydi...

1999'da Burning Red adında bir album çıkarmışlardı adamlar. Umursamadım nedense albümü..Zaten o aralar öncelikli olan, önemsemem gereken şeyleri bile önemsemiyordum pek. Öyle ki yaklaşmakta olan ÖSS tehlikesine karşı bile tek yaptığım gözlerimi kapatıp geçmesini beklemekti. Hatalar hataları kovaladı ve hayatın çirkin yüzü gözükmeye başladı. Birkaç senem ziyan oldu, dahil olunan yeni çevrelere alışılmaya çalışıldı. Ortamlara yabancı kalınıldı, duygular içe atıldı, bastırma mekanizmaları fazla mesai yaptı..

Yıl 2006 oldu, kendimi daha önce defalarca müşteri olarak ziyaret ettiğim Atlantis Müzik'te çalışırken buldum...Nisan ayında yeni gelen Roadrunner Records albümlerinin içinde Machine Head - Burn My Eyes ilişti gözüme. Umursamaz yıllarım geldi aklıma, yırttım attım CD jelatinini..Bahariye'den Kadıköye doğru akan insan seline Davidian, Old, Blood For Blood dinlettim. "Bir zamanlar ortada Nu-Metal gibi zırvalar yokken bu adamlar yardırıyorlardı" diye bağırmak istedim..Yine tanıdık bir yüz göremedim, yine sesimi duyacak kimse yoktu..Neyse ki imdada bloğum yetişti..



Monday, May 22, 2006

O Kadar Zor Mu?

Yanlış bir davranışta bulunduğunu kabullenmek ezik insanlara mahsus bir hareket olarak mı kabul ediliyor acaba? Hiçbir zaman hiçbir yerde hatalı olduğumuzu kabul etmeyişimizi nasıl açıklayabiliriz? Fenerbahçe şampiyonluğu kaçırır, elle attığı golleri falan unutup diğer takımların kendilerine karşı birleştiğini ve şampiyonluğunun elinden alındığını iddaa eder. Sibel Tüzün; Eurovision'a iğrenç bir şarkıyla katılır, 11. olduğu için şükretmesi gerekirken 13-22 yaş dinleyicisinin oyları yüzünden derece yapmayı kaçırdığını ve birinci olan Lordi grubunun imaj bakımından zavallı olduğu için bu sonucu hak etmediği iddia eder. Biten ilişkinin sonunda ayrılan kişi kendisine yeterli ilginin gösterilmediğinden ya da karşı tarafta birşeylerin eksik olduğundan bahseder. ÖSS'ye 4.kere girip hiçbir yeri kazanamayan adam sınav sisteminin rezilliğini bahane eder. Sayısız sayıda örnek verilebilir ama gerek yok. Bazen oturup kendimizi sorgulamamız lazım diye düşünüyorum. Hepimiz o kadar kusursuz varlıklar mıyız ki bütün suçu karşımızdaki kişilere atabiliyoruz bu kadar kolayca? Canımızın sıkılmasında, bir şeylerin yanlış gitmesinde hiç mi bizim suçumuz yok? Hatalarımızı kabullenmeyi bilsek, nerede yanlış yaptığımızı farkedebilsek ve bunlardan dersler çıkartabilsek fena mı olur? Sağa sola bok atma alışkanlığımızı dizginlesek biraz, "önce o başlattı" ya da "O da bana bunu yaptı" merkezli saçma kavgalardan vazgeçsek daha yaşanabilir olmaz mı bu dünya? Ego kavgalarının anlamsız olduğunu kavrayabilsek, şu koca evrende birbirimize ihtiyacımız olduğunu aklımızdan çıkarmasak...Burada bahsettiğim bize her söyleneni hemen kabul etmek değil tabi ki. Uyum içinde yaşamak uğruna "Aman aram bozulmasın" diye kişiliğinden ödün vermemeli kimse. Boyun eğmek ile hataları kabul etmek arasında fark var. Biraz ılımlı davranmak, biraz empati..Bunlar bulunmaz hint kumaşı olmamalı..Bir yerlerde bir şeylerin yanlış gitmesinin sebebi bazen biz olabiliriz.

Monday, May 15, 2006

14 Mayıs 2006 - Bir Şampiyonluk Hikayesi


Bir gün önceden patronun "Pazar günkü Blind Guardian konserinde yüzde 90 ihtimalle stand açmayacağız, Host Productions'un sahibinin kız arkadaşı kıllık yarattı" şeklindeki beyanına rağmen ihtimalleri hesaba katarak başladım güne. Öğrencimi arayarak derse gelemeyeceğimi söyledim. Onun da canına minnet zaten, dersten kaytarmak için fırsat kolluyor kerata..

Saat 2 gibi Atlantis'e geldim. Duydum ki patron masaları, CD'leri yanına alıp Maslak'a doğru yola çıkmış."Tansel abinin bir bildiği vardır" diye geçirdim içimden ve standı açacağımıza inanmaya başladım. Kısa bi süre sonra Can İnandım'ın telefonu çaldı ve beklenen sözler duyuldu: "CD raflarını, askıları, posterleri alın gelin"

İlk önce kredi kartı ile ödeme yapılabilmesini sağlamak için POS cihazına bağlanacak 50 metrelik kablo aldım bir elektrikçiden. Sonra İnandım ile yüklendik CD kutularını, CD raflarını ve diğer konser mekanında satılma ihtimali olan ıvır zıvırı. Beşiktaş iskelesine yürüdük. İskelede yarım saat civarı vapur beklerken kafamı her kaldırışımda siyah giyinmiş küçük Hobbit'leri gördüm. Çok sayıda Blind Guardian fanıyla aynı vapurla karşıya geçtik. (Bu arada vapurun kıç tarafında birer bira çakmayı ihmal etmedik)

Saat 6 gibi eski adı Maslak Venue olan Refreshing Venue'deydik. Kuyrukta bekleyenlerin arasından sıyrıldık, "Abi Atlantis Müzik'ten geliyoruz" gibi basit bir cümleyle güvenlik görevlilerinin yanından geçip giriverdik içeriye. O ana kadar biletsiz olarak bir konsere girebilmek hiç bu kadar kolay olmamıştı benim için..

Bir anda Mayıs ayının ikinci Pazar gününün Anneler Günü olduğunu ve anneme henüz hiçbir hediye almadığımı hatırladım. "Benden daha hayırsız bir evlat yoktur herhalde" diye düşünmeye başladım ama standı bir an önce kurmamız ve satış yapmaya başlamamız gerekiyordu o yüzden bu düşünceyi daha sonra tekrar gündeme almak koşuluyla erteledim. Sahnede bir grup çalmaya başladı ama o tarafa konsantre olamadım zira standımıza insanlar akın etmeye başlamıştı. Grubun Avrupa'nın dört farklı ülkesinde vereceği konserler için özel olarak bastırdığı Fly tişörtleri peynir ekmek gibi satıldı. Türk metal dinleyicisinin merchandising olayına ne kadar aç olduğunu farkettim o sırada..Bu arada bir düşünce daha geldi aklıma, Begüm'ü görmüştüm o gün Kadıköyde. Gözlerini kaçırmıştı herzamanki gibi. Diğer dükkana gitmek için İSKİ'nin karşı sokağına saptığımda karşımda belirivermişti. İnsan ömründe iki saniye kadar yer kaplayan bir süreçti, akla getirdiği kötü anıları boş verip Atlantis standında işimi yapmaya odaklandım.

Arada İtalyan BG fanları geldi standa, onlara da tişört verdik. Bir tanesi benim üzerimdeki Kamelot tişörtünü gösterip "Woooow, Kamelot" dedi. Ben de "Great band" diyebildim sadece. Türkiye'de geniş hayran kitlesine sahip olan birkaç grubun albümleri ve DVD'leri satıldı (Opeth, Pink Floyd..)Birkaç tane de Blind Guardian DVD'si ve albümu sattık. Sonra bir ara tezgah boşaldı, bundan istifade edip İnandım'la bira içmek için dışarı fırladık. O sırada yine birşey hatırladım ki futbolda son hafta maçları oynanıyordu ve bugün Türkiye Liginin şampiyonu belli olacaktı. Herkes gibi ben de Fenerin bir şekilde Denizli'yi yeneceğini düşünmekteydim o ana kadar ama benzin istasyonundan dakika 50 gibi gelen Denizli:0 Fenerbostan:0 haberi bir anda bütün ilgimi o yöne çekti. Denizli 40 dakika kadar dayanabilseydi şampiyon Cimbom olacaktı. Birayı çabucak tüketip aşağıya standın kurulduğu yere döndüm. Tansel abi bir yerden kulaklık bulup maçı dinlemeye başladı ve herkes onun ağzından dökülecek sözlere odaklandı..Derken Blind Guardian sahneye çıktı. Organizasyon şirketinden arkadaşım Okan'a "Bak birazdan Hansi Kürsch Galatasaray'ın şampiyonluğunu duyuracak sahnede görürsün" dedim. (Okan da Galatasaraylıydı) Zaman geçmek bilmedi. Denizli maçının önce 6 dakika, sonra 12, en son da 16 dakika uzatılmış olduğunu öğrendik. Stres olduk, hatta Hammer Haluk bile Galatasaray atkısını kuşandı geldi yanımıza. Zamanın tükenmesini hiç bu kadar istememiştim..Elime boş bir CD kutusu aldım ve amaçsızca oynamaya başladım onunla. Bir yandan da içimden bir ses Galatasaray'ın bu sene şampiyonluğunu hak ettiğini ve alacağını söylüyordu. Maç 1-1 devam ediyordu..Blind Guardian Nightfall'u çalarken Hansi'nin sesini Hammer Haluk'un "Bittiiiiiiii" çığlıkları bastırdı! Kendimizi kaybettik, standı falan bırakıp konser seyircisinin arasına girdik, "Cimbooom" diye bağırmaya başladık...İnsanlar tuhaf tuhaf baktı bize ama olsundu...

Sonra bünyeye biraz daha alkol alarak konser çıkışını bekledik. Konserden sonra insanlar oldukça ilgi gösterdiler Blind Guardian tişörtlerine. (Buradan adamların sağlam çalmış oldukları sonucunu çıkartabiliriz, ama konserle pek ilgilenmemiştim açıkçası) Yığılma oldu, birsürü insan toplandı yanıbaşımda. Hepsiyle ilgilenmeye çalıştım. Bu arada konser seyircisinin yaş ortalamasını 18-20 arası olarak tahmin ettim.

Mutluydum..Yaşımı, kalp kırıklıklarımı, gelecek kaygılarımı bir kenara atmıştım. Bir süre kendimden ve Galatasaray'dan başkasını önemsemeyecektim. Bir ara Blind Guardian'ın menejeri geldi yanımıza. Biraz sohbet ettik. Kickers Offenbach takımını tutuyormuş. Türkiye'den sadece Host Productions'la çalışacaklarını falan söyledi, "Oooookey" dedim ben de. "Geben Sie uns eure E-Mail-so können wir im Verfügung stehen" desem de fayda etmedi, vermedi e-mailini falan..Galatasaray muhabbeti de yaptık. Kalan birkaç tişörtü de bize indirimli fiyattan bıraktı ve veda etti. Sonra da patron kalan malları arabaya yükledi ve bizi eve bıraktı. Telegolde Ziya Şengül, Fenerbahçe taraftarlarının kandırıldığını söylüyordu. Sabah nasıl uyanacağımı düşünerek sızdım kaldım.....

Wednesday, May 03, 2006

No One Really Cares (Anymore?)

Benim nefretim diğerlerininkinden farklı olmalı...Onu ortaya döküş yöntemim de içki sofrasında içilen iki duble rakıdan sonra söylenen "Sen bana yamuk yaptın Faruk" gibi ifadeler içermemeli. Daha genelleştirmeliyim işi, nefret edeceksem tek bir zavallı etten kemikten yaratılmış yaratıktan değil insanlığın tümünden nefret etmeliyim. Tek tek kanı bozuk insanlara uğraşmanın ne anlamı var ki dünya böylesine umursamazlık, bencillik ve güvensizlik ile doluyken?

Ey August Comte! Sen ki henüz 19.yy'da insanlığın sırasıyla teolojik ve metafizik aşamalardan geçtiğini ve sonunda insan aklının diğer herşeyden öne çıktığını saptamışsın. Peki ya toplum ilişkilerinde ortaya çıkan sorunları açıklarken neden bireysel bir bakış açısı geliştirmedin adamım? Görmüyor musun kimse kimseyi takmıyor, herkes bir işi veya menfaati olduğunda veya zor duruma düştüğünde diğer insanlarla iletişim kuruyor? Ne yani bu 19.yy da böyle değil miydi?

Üniversitede okuduğum bölüm tarafından dört senedir değişik derslerde aktarılan teorik bilgileri bir kenara atmak istiyorum bu gece. Doğu-Batı çatışmasını da görmemezlikten gelmek istiyorum bir süre için. Toplumsal ilişkileri anlamamız için bireyler arasındaki ilişkilere bakmamız gerekmez mi?O halde diyorum ki:

Karşımızdaki insana birşey söylemeden önce bu sözlerin onu nasıl etkileyeceğini tahmin etmeye çalışsak fena mı olur? Bu dünyanın daha yaşanabilir bir yer olması için yapmamız gereken en basit ve önemli iş bu bence. Kendimizi karşımızdaki insanın yerine koysak, buna göre konuşsak ve davransak? Diğer insanlar olmadığı sürece aslında bir hiçiz. (Yazdığım bu yazıyı sadece kendimin okuyacak olması korkunç birşey olurdu en basitinden) Belki tek başımıza yaşam kavgamıza devam edebileceğimizi düşünüyoruz ancak gerçekçi olmak gerekirse yalnızlık insanı öldürür. (Hem de yavaş yavaş öldürür) Kendimizi kötü hissettiğimizde arama ihtiyacı duyduğumuz kişileri en mutlu günümüzde de aramayı ihmal etmesek fena mı olur? Samimi ve dürüst olsak hepimiz keşke, bu dünyada hala güvenilebilecek kişiler olduğunu bilmek kadar güzel birşey var mı? Verdiğimiz şeyler aslında aldığımız şeylerdir, diğer insanlar için yaptığımız herşey (Hem iyilikler hem de kötülükler) bize bir şekilde geri dönüyor. Belki hemen dönmüyorlar, aradan yıllar da geçebiliyor ancak mutlaka yaptıklarımızın karşılığını görüyoruz. Hatta Etkimizin karşılığından doğan tepki genellikle öyle sürpriz zamanlarda karşımıza çıkıyor ki şaşırıp kalıyoruz...

Thursday, April 27, 2006

Land of Confusion

Sanki boşlamışım sevgili bloğumu bir süreden beri ama içimdeki bazı hisler tavan tapmadan oturup yazamıyorum. Eskiden bilgisayarımın olmadığı zamanlarda yapacak birşey bulamadığında oturup uzun uzun yazardım. 90'lı yıllardı, odam oldukça sessizdi..Cep telefonum da yoktu, sokaklar oldukça boştu..Ama zaman değişti, e Çelik de değişti..

Bu arada farkettim ki ben sevincimi de üzüntümü de ekstrem sayılabilecek boyutlarda yaşıyorum. Yani gün geliyor ki böyle cıvıl cıvıl hissediyorum kendimi, içim yaşama sevinciyle dolmuş oluyor, "La vita è bella" diyorum ama genellikle kısa bir süre sonra yine karamsarlık, bunaltı ve cevabı bulunamamış sorular alıyor bu olumlu havanın yerini. İki dönem arasındaki geçiş doğrudan ve neredeyse bir anda gerçekleşiyor. 180 derece dönmek dedikleri şeyi yaşıyorum. Umutsuzluğun benliğimi ele geçirdiği zamanlarda iyice dibe vuruyorum (Müzisyen olsam bu zamanlarda en sağlam doom gruplarına taş çıkartacak şarkılar yazarım gibi geliyor) Hayallerimi takip ettiğimde, hoşlandığım bir işi yaptığımda ya da sevdiğim insanlarla birlikte olduğunda da sanki gökyüzüne ulaşmış gibi hissediyorum.

Bu arada bugün okulda yemekhanenin özelleştirilmesini boykot eden kürdo-komünist zümresinden bazı vatandaşlarla enteresan dialoglar yaşadım. Bir anda on kişinin karşısında tek kaldım, uzun zamandır başıma gelmiyordu böyle bir olay. Ama ezik cevaplar vermek yerine dalgaya vurdum işi ve özellikle söylemiş olduğum şu sözler aklıma geliyor hep ve gülümsememe neden oluyor:

(Bu arkadaşlar yemekhanenin özelliştirilmesi nedeniyle yemek fiyatlarının artmasını, herkesi yemekhaneden çıkartmaya çalışarak protesto ediyorlardı)

- "Abicim 2 ay sonra mezun olacağım şurda bırakın da karnımızı doyuralım. 4 sene boyunca okulun hiçbir şeyinden yararlanamadık bari yemekhanesini kullanalım..."
- "Ben de şu ana kadar hep sol partilere oy verdim ama ama bu yemekhane boykotunun solculukla falan ilgisi yok bence..."
- (Böyle solculuk olur mu falan demeleri üzerine)"Ee sizin de böyle kapıda durup içeri girmek isyenlerin yolunu kesmeniz faşistlik o zaman..."
- (Fransa'daki lise hareketinin başarısının hatırlatılması üzerine)"Söyler misin, bizim Fransızlarla tek bir ortak özelliğimiz var mı da böyle birşeyi örnek gösteriyorsun?"
- "İşe yarayacağını bilsem tavır alırdım..."

Sonunda olay mekanından uzaklaşılır, kantinden nugget yenir. Karınlar doyduğu için problem kalmamıştır. Bir kez daha okuldaki solcu geçinen elemanların büyük kısmının neden terörist tipli olduğu sorusu akıllara gelir. Asıl amaçlarının ne olduğu merak edilir. Ve Genesis'in Land Of Confusion adlı parçasının sözleri hatırlanır:

There's too many men,too many people..making too many problems.And not much love to go round..can't you see this is a land of confusion....

Tuesday, April 11, 2006

Great Old Ones

Onların sizin için hep orada olduklarından şüpheniz yoktur. Onlar yıllarınızı verdiklerinizdir, size asla sırtlarını çevirmeyecek olanlardır. Bilirsiniz bunu..Onları düşündüğünüzde hep içinizi bir sıcaklık kaplar. Adlarını başkalarının yanında anmaktan hiçbir zaman rahatsızlık duymassınız, hatta çoğu kişi sizi onların arkadaşı olarak tanır ve benimser. Onlarla mutlaka tars düştüğünüz, sürtüştüğünüz zamanlar olmuştur hatta belki "Büyük dostluklar kavgayla başlar" paradigması doğru çıkmıştır ama her onlarla gireceğiniz hiçbir tartışmanın aranızı açamayacağını bilirsiniz. "Nereden bulacağım böyle bir insanı?" diyip şükredersiniz hayatınızda oldukları için. Sevgilinizden ayrıldığınızda, ÖSS'de barajı geçemediğinizde, yıllarınızı kaybedilmiş olarak görmeye başladığınızda, yaşam kavganıza devam etmek için kuvvetli bir sebep bulamadığınızda onlar yanı başınızdadırlar. İçinizdekileri dökmeye başladığınızda lafı dolaştırıp kendileriyle ilgili birşeyler anlatmaya başlayanlardan değillerdir onlar, sizin dertlerinizi gerçekten dinleyen, dinlemekle kalmayıp yardım etmeye çalışanlardır. Paylaşmak kavramı onlarla anlam kazanır. Bir gün aniden fark edersiniz ki hatırladığınız güzel anıların birçoğunun içinde onlar vardır, ettiğiniz muhabbetinin, yaşadığınız keyifli günlerin haddi hesabı yoktur...

Neden bahsediyorum bunlardan?

Bani bu satırları yazmaya iten arkadaşlarımdan ikisini uzaklara uğurladım son günlerde. Elbette bir veda değil bu ama insanın içinde eksik bişeyler kalıyor onların yokluğunda. "Daha iyi oldu, değerlerini daha iyi anlayacaksın onların yokluğunda" diye düşünmek istiyorum ama bu düşünce beni tatmin etmiyor.

Pek sevgili arkadaşlarım Evrin Olcayer ve Cem Doğan...Şu anda bulunduğunuz yerlerde bu yazdığım yazıyı okuma ihtimalinizin pek bulunmadığını tahmin ediyorum. Sadece "İyi ki varsınız" demek istiyorum ve ellerim klavye üzerinde şuursuzca dolanırken sizi tekrar görebileceğim günün özlemini çekiyorum. Ekşi Sözlükten "insanın kendisini yalnız hissettiği anlar" entrysini açıp okumaya başlıyorum. Az biraz zaman geçiyor. Şu anda sözlüğe yazma şansım olsaydı yukarıda bahsettiğim entry için bomba bir yazı patlatacağımı hissederek gidiyorum yatağıma. Öyle ya dün gece az uyumuştum..("Bilgi toplumu olmanın yolu sanayi toplumu olmaktan geçer" diyen Japon muydu yoksa Raymond Aron mu?)

Friday, April 07, 2006

Sen Uyu...

Yazan: MAC (Murat Adanç)
Sene:1991 ya da 1992


Uyu bakalım kendi yarattığın yalanların ortasında, sen uyu, ben çekerim günahlarını. Uyu bakalım herşey yolundaymış gibi, sen uyu, ben yorarım kafamı. Kapat mantığını, zaten yan gözle gördüğün yanlışları sil kafandan, umursamazlığını çek üstüne, sıcacık bir yorgan gibi, sen uyu, ben devam ederim iğrençliği seyretmeye. Kopar bağlarını gerçekle, kandır kendini, sen uyu, ben yürürüm bıçağın sırtında. Yorgunsundur da sen şimdi, çok birşey yapmışsın gibi, sen uyu, ben yenerim korkuları. Tıka kulaklarını, rahatsız etmesin seni gerçeğin sesi, sen uyu, ben dinlerim çığlıkları. Dal kirli rüyalarına, ders al onlardan, daha kötü olabilmek için, sen uyu, ben ederim duaları. Kopar sen bağlarını, olur ya vicdanın seni rahatsız eder diye, sen uyu, ben yürürüm bitmez tükenmez yolları. Kapat gözlerini, mahvettiklerin manzaranı bozmasın, sen uyu, ben beklerim tanrıları. Rahatla sen, yormasın seni uzanan eller, sen uyu, ben onarırım hayalleri. Dinlen sen, iç sana sunulan kanı, sen uyu, ben anarım giden gençliği. Keyfine bak sen, sivrilt kazıkları, sen uyu, ben yamarım ruhları. Yat sen, kur planlarını, sen uyu, ben iyileştiririm yaraları. Uzan şuraya, koy saçma kuralları, sen uyu, ben ararım cevapları. Boş ver sen, katlet sen aptalları, sen uyu, ben toplarım parçaları. Geç sen öbür tarafa, sen uyu, ben ağlarım...Güçlü olman lazım, kalleşlik kolay değil, aman sen uyu nasıl olsa yarın da yeneceksin beni...

Friday, March 31, 2006

Sen Gittiğinden Beri...

Yazan:Aylin Asım
Non Serviam Dergisi Yıl 1998-Sayı 6


Sen gittiğinden beri böyleyim. Her sabah bir tokatla uyanıyorum; gerçek olmayan, yalnızca gerçeği suratımın ortasına patlatan bi tokatla...Zaten ondan sonra bütün gün dayanmaya, toparlanmaya çalışmakla geçiyor...

Gündüzler bir şekilde geçiyor, biliyorsun. Bir kaç anlamsız telefon konuşması, aslında hiç işin olmayacak adamlarla zaman geçirmeler...(Sen belki "Yine sarhoş olup bir herife vermiştir diye düşünürken ben onların konuştuklarını bile dinlemiyorum) Acının en yoğunlaştığı anlara yolda yürürken yakalanıyorum bazen. İnlemeye benzer bir ses çıkarıyorum, isteğim dışında...Ben de şaşırıyorum. Sırf biraz daha oyalanayım diye okula bile gidiyorum; daralıyorum, daha da daralıyorum, ama en azından 1-2 saatim yokluğunu, acıyı daha az düşünerek geçiyor...Okulda geçirdiğim anlamsız saatlerin, tamamen alakasız yüzler görmenin sıkıntısına katlanabiliyorum...Ne de olsa biliyorum, akşama beni çok daha kötüsü bekliyor...

Eve gelir gelmez repeat'e basıp Björk'ün Play Dead'ini arka arkaya 10-15 kere falan dinliyorum. Gece yaklaştıkça paniklemeye başlıyorum. Kafamda bir sürü ses aynı anda konuşmaya başlıyor, delirtici birşey bu...

"Herşey düzelecek,zaman meselesi, sağlam kalırsam herşey düzelicek, iyi düşünürsem iyi olur..." diye umut ederken, "Yok oluyorum, giderek yok oluyorum!" korkusu o umutlu sesi gırtlağımdan sıkıp boğuyor; leşini bi kenara atıp kumandaya geçiyor. "Hiçbirşey düzelmeyecek, kaybediyorsun, başarısızsın, beceremeyeceksin...O hiç geri gelmeyecek, ömrünün sonuna kadar...O yeni bir hayat kuracak, sen geçmişinle yaşayıp bir köşede kaybolacaksın, azalacaksın. Ağlamalar hiç bitmeyecek, insanlar bıkacak umutsuzluğundan, sana acımaktan bıkacaklar...Debelendikçe tek kalacaksın..."

Kimseyi aramak istemiyorum, etrafımda kalan birkaç kişiyi de "beynimdeki sesler" ile gecenin bu saatinde baymak istemiyorum...Kimse bilsin istemiyorum, bu halde biriyle kim ne yapmak ister ki...

Yatağımda derin nefesler alıyorum. "Panik yok ,bunların hepsi senin kafanın içinde, gerçek değil...işler düzelecek, para durumları falan...iyi olacaksın"

Bir yarım saat daha kıvrandıktan sonra teslim oluyorum. Bomboşum, anlamsızım. Zaman, mekan kayboluyor...Herşey biraz daha kötüye gidene kadar bekleyip, daha ne kadar kötüleşebilir görmek istiyorum. Galata Kulesi'nden atlayıp bu olayı kapatmayı düşünüyorum (Bu görüntü sık sık gidip geliyor, beğeniyorum, merak ediyorum) Ancak ölümde huzur bulabileceğimi biliyorum, hep biliyordum. Ama bir parça huzuru da sende buluyordum, zaten bütün bu acı, bu kıvranış ondan...Bu yalnızlık ondan...Bu şehrin, bu gezegenin, bu galaksinin dışına fırlatılmış gibiyim. Eksiğim,bomboşum,anlamsızım...

Beynim ışık hızında paranoyak düşünceler üretmekten, bir tavana bir yere çarpmaktan bitkin düşmeye başlayınca gizli gizli seviniyorum."Hah,tamam" diyorum, "Bu geceyi de böyle geçirdim galiba, sabaha daha var!"...

Thursday, March 30, 2006

İlk Acı Tecrübelerimden Biri

Şöyle bir geçmişe dönüp çocukluğunu yeniden yaşamayı kim istemez? Peki ya çocukluktan çıkarak yavaş yavaş gözlerimizi açmaya başladığınız zamanları hatırlar mısınız? Dertsiz, tasasız, cıvıl cıvıl zamanlardır. Sizi kanatları altına almış olan ailenizin sıcaklığını hissedersiniz. Önünüzde keşfedilmek üzere duran bir dünya bekliyordur. Anne-babanızdan genetik yollardan kolay kolay değiştirilemeyecek huyları kapmışınızdır. Aileniz size topluma adapte olma sürecinde belli ölçülerde yol göstermiş durumdadır.

Ebeveynlerinden eğitim denilen şeyin E'sini görmemiş olan çocuklar bile içinde bulunduğu aile ortamından belli bir davranış ve düşünüş biçimi, dış dünyayı algılama yeteneği kazanır. Genetik özellikler ve içinde bulunulan aile ortamı, insanların karakteristik özelliklerinin ve dünya görüşlerinin oluşumlarında herşeyden çok belirleyicilerdir.

Bunları düşünürken aklıma birden çocukken yaşadığım bir olay geldi..

Yaşım 12'ydi. Aile tarafından "Bu çocuk okuyacak, işi sıkı tutmak lazım" mantalitesi kanına işlenmiş bir çocuk olarak zamanın yükselen değerlerinden Anadolu Liselerini kazanmayı başarmıştım. Öncelikli yabancı dilin Almanca olması fark etmiyordu. Her sabah vaktinde kalkıp kapının önüne kadar gelen servisi bekletmemem gerekiyordu. Oysa her gün servis okulun içine girdiği andan itibaren yeni bir hayat bekliyordu..

Arkadaşlarımla çerezlerin içinde çıkan taso kartlarını biriktiriyorduk. Herkes en fazla karta sahip olmak için birbiriyle yarış halindeydi. "Taso oyunu" diye bir oyun vardı, kazanan hepsini alıyordu. Bu oyunda pek başarılı olduğum söylenemezdi. Bir gün bir baktım o kadar para bayılıp Cheetos alarak biriktirdiğim bütün taso kartlarım arkadaşlarımın eline geçmiş..Yakın arkadaşım olduğunu sandığım birisi vardı. Ondan oyuna devam edebilmek için birkaç kart istedim borç olarak. Erkekler arasına taso kartları biten bir tek ben vardım ve bu durum hoşuma gitmiyordu. Ancak arkadaşımın cevabı olumsuzdu. Kartlarını benimle paylaşamayacağını söyledi. Utandım, sıkıldım, nerede olursa olsun tek kalmanın çok kötü bir şey olduğunu fark ettim...

Güçlü olmak gerekiyormuş, güçlü olmak için de kazanan olmak..Demek ki çevrende arkadaş olarak gördüğün kişiler her zaman senin iyiliğini istemiyorlarmış. Oysa ben arkadaşımın beni kırmayıp kartlarını benle paylaşacağını düşünmüştüm.

Paylaşmak!

Bu hayatta ilk acı tecrübelerimden birini yaşamama sebep olan rahatsız edici his menfaatten başka birşey değildi. Zayıf olanın ezildiği ve herkesin kendi çıkarları doğrultusunda yaşadığı bir dünyadaydık. Bu durum, insanın kalbinin soğuması için her gün birçok sebep yaratmıyor muydu?

Friday, March 17, 2006

3 Dialog

1 - Kadıköy otobüs duraklarında 21A otobüsünü beklemekteyim. Yara bandı satan bir abimiz otobüs kuyruğundakilere seslenmektedir:

- Yara bandııı..30 tanesi 500...
- ........
- Elimizde kaldı böyle olduu..30 tanesi 500...
- ........

(Benim yanıma gelir)

- Yok abicim ne desen almıyolar
- Haklısın abi..

(Bir amca dayanamaz atılır)

- Ver bakalım
- Buyur abi..


2 - Kadıköy'de boğa heykelinin bulunduğu yerde gece vakti ışıklardan karşıya geçmek için beklemekteyim. Karşı tarafta bir polis arabası durmaktadır. Yayaya kırmızı yanmaktadır. Yanıma bir trafik polisi gelir:

Ben: (İçimden)Allahallah kontrol falan mı var acaba. Bu polis niye geldi şimdi yanıma.
Polis: Boşver geç ya birşey olmaz...
- ...
(Trafik polisi kırmızıda karşıya geçer ve karşıdaki arkadaşlarının yanına gider. Ben ise inatla yeşilin yanmasını beklerim. Arızayım galiba)


3 - Küçükbakkalköy minibüsü ile Kadıköye dönmekteyim. Şöför yolcu kapabilmek için aracı hızlı sürmekte ve trafikte türlü cambazlıklar yapmaktadır. Minibüsteki yaşlı bir amca dayanamaz:

- Evladım biraz yavaş gidebilir misin. Ani dur kalk yapıyosun sürekli. Senden ekstra birşey beklemiyorum ki. Sadece sakin sür biraz yeter.
- Ya amca ben bunu kendi keyfim içim yapmıyorum. Hızlı gidiyorum ki ilerdeki yolcuyu kapayım di mi ama..
- Bıdı bıdı hedö hedö..

Aradan zaman geçer. Kadıköy'e yaklaşılır. O yaşlı amca inmiştir. Şöför minibüsü yine deli gibi kullanmaktadır. Bu sefer bir genç bayan atılır:

- Bakın birşey söyleyeceğim. Az önce yine uyarmışlardı sizi. Biraz yavaş gidemez misiniz. İçim dışıma çıktı ya
- Hanfendi benim evde çoluk çocuğum var. Yavaş gidersem nasıl yolcu alacağım arabaya. Ekmek parası için bunu yapmak zorundayım. Bakın mesela şu yolcuyu başkası kapacaktı ben ağır gitseydim. (Minibus durur, bir yolcu biner) DOĞANIN KANUNU bu?!
- (Ben, yine içimden):Oha ya doğanın ilk kanunu hayatta kalmak değil midir? Böyle denyo bir şekilde araba kullanırsan kaza yapma riskin artmaz mı be adam? Evde çoluk çocuğun varsa neden onları düşünüp biraz yavaş sürmüyorsun ey cahil insan...

Tuesday, March 14, 2006

Release




Görmek inanmaktır ama ben bilmek istemiyorum
Çorak toprakların içinden geçerken seni yüzüstü bırakıp gidemiyorum
Seni ağlarken görmeye dayanamıyorum
Her zaman…

Tutun..
Lütfen..
Tutun bana
Kadere aldırış etme
Serbest bırak..
Kaç..

Şuanda birileri alevler yükselirken çığlık atıyor
Şu anda düşün biz burada kaybolmuşuz ve neden bilmiyoruz
Kabullenmesi çok zor, seni ağlarken görmeye dayanamıyorum
Her zaman…

Tutun..
Lütfen..
Tutun bana
Kadere aldırış etme
Serbest bırak..
Kaç..

Bu gri ve yalnız gözlerin arkasında,
Zaman tarafından unutulmamış bir gerçeklik görünmeye başlıyor
Ruhumuz uyanıyor..
Ve kasırganın içinde bir yerlerde
Umut bekliyor,
Uzaklardan haykırıyor
Ve senin adını söylüyor…

Monday, March 06, 2006

Tuesday, February 28, 2006

Only in Turkey



Sadece Türkiye'de vuku bulduklarını düşündüğüm olaylardan birkaçı:

- Erkeklerin tek başlarına sokakta yürürken kafalarını sağa, sola ve arkaya çevirip çevreye karşı maximum hassasiyeti gösterdikleri, buna karşılık kızların tek başlarına sokakta yürürken "Aman erkekler beni rahatsız etmesin" güdüsüyle gözlerini yere diktikleri tek ülkedir Türkiye...

- Herhangi bir yerden bir ambulans veya itfaiye aracı geçtiğinde ve üzerinde bütün bakışların toplandığı tek ülkedir Türkiye...

- ICQ ve MSN gibi sohbet programlarında cinsiyetinizi kız olarak belirtmeniz halinde dakika başı ortalama üç erkeğin sizi listenize eklemeye çalıştığı tek ülkedir Türkiye...

- Her türlü kuyrukta (fatura yatırma kuyruğu, maç kuyruğu vs) herhangi bir sebeple mutlaka bir kavganın yaşandığı tek ülkedir Türkiye....

- 2.Amatör Küme futbol maçlarında bile şiddet olaylarının yaşandığı, hakemlerinin kovalandığı, seyircilerinin sahaya indiği, şike iddaalarının konuşulduğu tek ülkedir Türkiye...

- Minibüslerin, dolmuşların ve taksicilerin yol kenarında duran bütün insanlara korna çalıp onları araçlarına bindirmeye çalıştıkları tek ülkedir Türkiye...

- Cep telefonuyla konuşmanın yasak olduğu otobüslerde mutlaka bir yolcunun telefonla konuştuğu ve ona başka bir yolcunun "Hoop hemşerim kaza yaptıracaksın" şeklinde uyarıda bulunduğu tek ülkedir Türkiye...

- Zengininin solcu, fakirinin sağcı olduğu tek ülkedir Türkiye...

- Bedava herhangi birşey dağıtıldığında insanların birbirini ezdiği, devasa kalabalıklar oluşturduğu tek ülkedir Türkiye...

- İnsanların sokakta çekim yapan bir televizyon kamerası gördüklerinde mutlaka kameraya bir bakış attıkları tek ülkedir Türkiye...(Hatta bazıları bakmakla kalmayıp kameranın çevresine durarak konuşmaları dinlerler. Kimi zaman da kameraya çeşitli el kol hareketleri yaparlar)

- İnsanlarının içki içtikten sonra şiddet eylemlerine giriştiği, içlerinde önceden birikmiş nefretlerini döktüğü ülkedir Türkiye...

Sunday, February 19, 2006

Ne Yapıyorum?

Bu aralar:

- Yeni bütünleme sistemi sayesinde bir aya çıkan ara tatili tüketiyorum. Okula gidip notlarıma bakmayacak, derslerden geçip geçmediğimi arkadaşlarımdan öğrenecek kadar ilgisiz bir öğrenciyim.

- New Star Soccer diye bir oyun oynuyorum. Oyuncuya neredeyse "Kız arkadaşına alacağınız hediyenin parasını peşin mi ödeyeceksiniz yoksa taksit mi yapalım?" diye soracak kadar detaylı bir futbol menejerlik oyunu. Üstelik maç ekranı Sensible'ı hatırlatıyor acayip. O yüzden bayağı sardı..

- Votka içiyorum (Soğuk havalar nedeniyle genellikle Caddebostan Burger King'in ikinci katında)

- Telekoma karşı savaş baltalarımı çıkartıyorum. Her gün MSN'den elli kez düştüğüm, mesajlarımın karşı tarafa ulaşmaması falan yetmiyormuş gibi bir de fiber optik kabloların kopması ve yabancı sitelere erişilememesi alışıldık hale geldi. Böyle internet hizmeti mi sunulur...

- Ülkemin gündemine oturan gelişmeleri takip etmiyorum. Televizyonda Süper Baba dışında hiçbir şey izlemiyorum. Gazete okuma alışkanlığımı da kaybettim. Film izlemeyeli de uzun zaman oldu. Başladığım işleri bir türlü bitiremiyorum. Gittikçe kaos bağımlısı oluyorum..

- Yeni Whitesnake tişörtümle ortalıklarda geziniyorum. Benim gibi antika adama da böyle antika bi tişört yakışırdı zaten.

- Halı sahaya abone olduk sonunda. Her Pazar gecesi kramponlarımızı giyip yağmur çamur demeden sahaya çıkıyoruz.

Friday, February 10, 2006

Bir Halı Saha Maçının Düşündürdükleri (2003 Yılında Yazmışım)

09.10.2003
23:48:40

Başlık bulamadım bu yazıya diye giriş yapacaktım, bunu yazarken bile 3 kere yazım hatası yaptım. Aslında heyecanlıyım, içimde tatlı bi mutluluk var. (Zaten bu hissettiklerim olmasa oturup bu yazıyı yazmazdım heralde, Colin Mc Rae Rally oynardım) Yazıya dökebilecek miyim acaba içimdekileri, döksem kimin umurunda olacak, benden başka kim ilgilenicek merak etmiyorum değil.

Aslına bakarsak fazla zaman olmuş oturup yazmayalı. Formdan düşmüş olduğumu hissedebiliyorum. Ayrıca artık bilgisayarda arşivlemek istiyorum yazılarımı. O meşhur defterdeki yazışmalardan geriye kalan çok az kısmı. (Asla günün birinde yanıp kül olacakları aklıma gelmemişti, neyse) Mr.X ve Cem'in kendi gibi şebekçe yazılarını..Yıllardan beri gıdım gıdım ilerleyen şarkı sözleri arşivimi..Kağıt parçalarındaki eski, unutulmuş anıları..Binbir çabayla uğraşıp kağıda döktüğüm, kimi zaman beğenmeyip silgilerle haşat ettiğim onlarca sayfadaki yazıları bilgisayara geçirmeliyim.

1993 yılı..Böyle mi başlasam? Yok iyi olmadı. Hem zaman periyodunu sadece bir yıl içine sıkıştırmak hoş olmaz. (Bu arada annem "Bir gün de benden önce yattığını göreyim" dedi, o gün ne zaman gelecek ben de merak ediyorum)

Evet, 90'lı yılların başı..Güzel zamanlardı..Tabi hemen akla hemen şu soru geliyor: "O zamanlar daha kaç yaşındaydın ki be adam?" Bu soruya de şöyle bir cevap verebilirim: Yaşım küçüktü belki ama hafızama güvenirim. O dönemdeki gündelik hayatı, evde ve okulda yaşadığım olayların çoğunu gayet net hatırlıyorum. İnsanlar arasındaki ilişkilerin şimdiye göre daha az menfaat ağırlıklı olduğunu kendimden emin bir şekilde söyleyebilirim. İnsan dedik, insan sayısı bakımından metropolumuz İstanbul'un o zamanlar şimdiye göre daha nefes alınabilir bir şehir olduğunu düşünüyorum. Biz o yıllarda mahallede oyun oynayabiliyoduk, inanılmaz zevkli mahalle maçları yapabiliyoduk. Bunları yaparken arabaların oyunumuzu bölmesi nadiren yaşanan bir durumdu. Şimdi acıyorum bizim mahalledeki çocuklara. Hiçbir zaman mahallede bırakın top oynamayı rahat rahat koşturma şansları bile yok arabalar yüzünden.

90'lı yıllardan günümüze doğru gelindiğinde bir başka büyük değişim de güvenlik konusunda yaşandı. Çok iyi hatırlıyorum, o zamanlar gittiğim bütün evlerde kapılar zile basılınca hemen açılırdı. Şimdi ise anket işlerinden edindiğim tecrübelerden öğrendiğim kadarıyla kapılar açılmadan önce soruluyor: "Kimsiniz?" Güven eksikliği had safhada. Neden? Çünkü hırsızlık olayları inanılmaz derecede arttı (Arkadaşlarımın %70 inin en az 1 kere cep telefonu çalınmıştır son yıllarda) Çünkü sadece hırsızlık değil, hırsızlıkla beraber yaralama hatta öldürme vakaları arttı. Arabalar çalınıyor, insanlar gece vakti biryerlerde otururken gasp ediliyor, eve birşeyler satmak amacıyla girenler ev sahiplerini dolandırıyor. Aslında bunların hepsi tek bir şeyi ortadan kaldırıyor: Güven...

90'lı yılların başlarında "Tinercilerin kendilerine para vermeyen adamı vahşice öldürdükleri" başlıklı bir haber okudunuz mu hiç? Ya da "kapkaç" denilen kavram o zamanlar mevcut muydu? Hiç sanmıyorum..

Tabi son iki paragrafta yazdıklarımı okuyacak olan bir insan "E bunlar da durup dururken olmadı. İşsizlik arttı, açlık arttı. İnsanlar bu işleri biraz da karınlarını doyurmak için yapmaya başladılar" diyecektir. Diyebilir de. Bu yazının konusu bu değil. Son yıllarda insanlar arasındaki güvenin azalmaya başlamasının sosyolojik nedenleri hakkında daha fazla yazmak istemiyorum. Ya da neden bireyler arasındaki ilişkilerin büyük kısmı tamamen menfaate dayanıyor, bunu da başka bi yazıya saklamak istiyorum.

Müziksiz bir hayat düşünülebilir mi? Rock müzik gibisi var?

Gerçekten de Rock'ın 90'lı yıllarda, özellikle 90 ların başında tüm dünyada ve Türkiye'de -altın çağını yaşamasa da- inanılmaz rağbet gördüğünü kim inkar edebilir? Muhteşem albümlere tanık oldu o zamanları yaşayanlar. Nasıl kıskanıyorum Metallica-The Black Album'ü çıkar çıkmaz dinleyebilenlere..Veya Guns'n Roses'ın Use Your Illusion klasiklerini çıktığı gün raflardan alıp teybine takabilenlere. Birkaç albüm daha o yıllara damgasını vuran ve benim 90'ların başına müzikal anlamda sevgi ve saygı duymama neden olan:

Judas Priest / Painkiller (1990)
Savatage / Edge Of Thorns (1993)
Annihilator / Set The World On Fire (1993)
Overkill / Horrorscope (1991)
King Diamond / The Eye (1990)
Queensryche / Empire (1990)
Skid Row / Slave To The Grind (1991)


Ve muhteşem grubun muhteşem dönüş albümü:

Mercyful Fate / In The Shadows (1993)

Bütün bunlar benim o dönemin güzellikleri arasından seçtiklerimdi.

Gelelim bu akşama...

Kadıköy Anadolu Lisesi benim gönlümdeki okul olmuştur hep. Oturduğum yere yakın olmasından mıdır, bir kez yıllar önce okulum Üsküdar Anadolu Lisesi'nin onlarla oynayacağı basketbol maçını izlemek için okulun içine girdiğimde görkeminden acayip etkilenmemden midir bilmiyorum ama Kadıköy Anadolu Lisesi'ne her zaman sempati duymuşumdur. İstanbulda okuyamadığım için üzüldüğüm tek lisedir. (Herkes Galatasaray Lisesi veya Robert Kolej için söyler bunu genelde) Ayrıca KAL'de okuyan veya mezun olmuş tanıdıklarımın hepsi şeker gibi, dünya tatlısı insanlardır.

Böylesine sevgi ve saygı duyduğum bir okulun 1993 yılı mezunlarıyla, yani o çok özlediğim 90'ların başındaki dönemde delikanlılıklarını yaşamış insanlarla halı saha maçı yapma şansı buldum bu akşam. Kuzenim Nedim "Serhat bizim KAL tayfasının maçı var akşam, oynar mısın?" dediğinde bayağı heyecanlanmıştım..Hemen kabul ettim. Sevinçliydim, çünkü daha önce kuzenimin yıllığından 1993 yılı mezunları hakkında az da olsa bilgi edinme şansı bulmuştum ve şimdi onlarla yüzyüze tanışma hatta futbol oynama şansı bulmam beni mutlu ediyordu. Yıllıkta kuzenimin sınıfındaki kişiler için yazılmış bütün yazıları okumuştum. Hepsi de çok iyi ve komik insanlara benziyorlardı.

Gerçekten de süper insanlarmış! Hemen hemen hepsi kafa adamlardı..Bir yandan top oynuyorlar, bir yandan da aralarında şakalaşıyorlardı..Bana sıcak davrandılar. Etkilendim..Sadece o insanların karakterleri değildi beni etkileyen. Maçtan sonra şöyle bir düşündüm:"Liseden daha üç sene önce mezun olmama rağmen görüştüğüm iki ya da üç kişi kaldı. Lise yıllarında birlik beraberlikten söz edenler nerde şimdi? Bak şu adamlar 30'lu yaşlara merdiven dayamışlar, hala düzenli olarak bir araya gelip eğlenebiliyorlar. Hala paylaşabilecekleri şeyler var..."

Düşündüğüm zaman durumun vahim olduğuna kanaat getirdim. Cevaplarını aradığım sorular var. 15 Eylül'de, okulların açıldığı gün neden Üsküdar Anadolu Lisesi'nin bahçesinde 2000 mezunlarından ben dahil sadece dört kişi vardı? Lise zamanı "11 TM ruhu hiç kaybolmayacak, birbirimizden kopmayacağız" diyenler o sabah ne yapıyorlardı? (Üstelik daha önce internette 15 Eylül sabahı eski mezunların okulda toplanacağı mesajları geziyodu) Liseden kaç kişi hala birbirleriyle görüşüyor? Yıllığa "Veda etmiyorum, okuldan sonra da görüşeceğiz" yazanların kaç tanesi dediklerini yaptı? O yıllık yazıları sembolik değil miydi o zaman, sadece yer kaplamış olmak için yazılmış olmadılar mı?

Bu güzel insanların arasında birkaç saat geçirince birkaç şeyin farkına vardım. Öncelikle ben ve bizim dönemdekiler lisede sadece aynı ortamda bulunduğumuz için beraber gözükmüşüz. Yani bizde görünüşte bir beraberlik söz konusuymuş. Lise bitince o geçici beraberlik bir daha geri dönmemek üzere ortadan kalkmış.

KAL 93 mezunlarının birlikteliği ise gerçek bir birliktelikmiş. Onlar gerçekten dostlarmış. Göstermelik, yapmacık, günlük arkadaşlıklar kurmamışlar birbirleriyle. Birbirlerini ve içinde yedi senelerini geçirdikleri okullarını bizden çok daha fazla hatırlıyorlarmış. Örneğin okulun Talaş Böreği gününde tüm tayfa orada toplanıyormuş. (Bunu bu gece Emre Abi söledi, nam'ı diğer Yamyam)

Bizler lisede günleri tüketmişiz sadece, onlar günleri yaşamışlar deli dolu, olabildiğince samimi ve eğlenceli şekilde. Birbirlerine verdikleri değer asla azalmamış aradan on yıl geçse de. Bir araya geldiklerinde konuşabilecekleri hala çok şeyler var."Ah biz lisedeyken" ile başlayacak sayısız cümle kurabiliyorlar. Biz ise aradan sadece üç sene geçmesine rağmen tekrar bir araya bile gelemiyoruz...

Konuştuklarımın hemen hemen hepsi o dönemin sıkı rockerlarıydı. Zaten yıllık yazılarından da anlaşılıyordu bu..Kimisi arkadaşına "Özünü inkar etme olum, sen bir rockçısın. Benim Poison'ıma da laf etme" diye takılırken kimisi de yıllıkta kendisine ayrılan sayfanın bir bölümüne Kreator'ın Love Us Or Hate Us'ının sözlerini serpiştiriyordu: We will never be a part of this sick society. Hatta daha da ileri gidip "Rock the School, Roll the Teachers" yazan vardı. Yıllıkta yazısını okuduğum kişilerin çoğunluğu rock ve metal müziğin içindeydi. O güzel yıllarda ortalıkta tekno, hip-hop, nu metal zırvalıkları yoktu. İnsanlar ruhsuz müzikleri dinlemiyorlardı. Kendi lise dönemime baktığımda ise arada dağlar kadar fark olduğunu görüyorum. Koca okulda bizim dönem mezunlarından heavy metal dinleyen sadece iki-üç kişi vardı. Yıllıkta sadece benim sayfamda bir heavy Mmtal grubundan bahsedilmişti. (Helloween) Bunun dışında birkaç kişinin sayfasında Metallica'nın adı geçiyordu o kadar. Herhalde heavy metal yok oluyor bu ülkede yıllar geçtikçe. Dinleyici sayısı azalıyor. Asla 80'lerdeki ve 90'lardaki geniş kitleleri, mekanları, konserleri göremeyeceğiz sanırım. Asla sayıca o kadar kalabalık olamayacağız. Bu müziği dinleyenler toplum tarafından acayip, ucube, marjinal, şeytana tapan insanlar olarak görülmeye devam edilecekler..

Kısaca özetleyecek olursam, içinde bulunduğumuz zaman, çıkar ilişkilerinin zamanı maalesef..90'lardan 2000'lere geçtiğimizde etrafımızı yoğun bir ruhsuzluk ve güvensizlik ve kaplamaya başladı. Ne yazık ki o yıllardan günümüze doğru geldikçe müzikte de yobazlık yaşandı. Belki de o dönemde duygular daha saf, ilişkiler daha samimi, arkadaşlar daha gerçekti.


O yıllara dönmeyi ve herşeye baştan başlamayı isterdim...

Wednesday, February 08, 2006

Yaran Resimler



İ.Ü Vezneciler Kampüsünden Fatih Belediyesine doğru yürürken bir giyim mağazında görüp resmini çektiğimiz bu iş ilanı hakkında ne desek boş...Doğu bloku (Bloğu yazması gerekmez miydi?) dillerinin bilinmesinin şart koşulması civardaki Rus potansiyeline dikkat çekiyor. Bunun yanında aranılan temizlik görevlisinin temizlik aletleri kullana bilmesi şartı gerçekten çok zekice düşünülmüş..Hepsini geçiniz bu işin denizle ve yüzmeyle ne alakası olabilir? Dükkan sahiplerine şu linke bir bakmalarını öneriyoruz:

http://www.google.com.tr/search?q=ak%C4%B1l+fikir&ie=utf-8&oe=utf-8&aq=t&rls=org.mozilla:tr:official&client=firefox-a

Tuesday, February 07, 2006

Persistence of Time

Hiç neden yapayalnız bırakıldığınıza şaştığınız oldu mu? Yoksa kendinizi yanlız hissettiğinizde bu duruma yol açmış olan sebepleri bir kenara atıp sadece bir önce bu kasvetli duygudan kurtulmaya mı çalışırsınız? Sahip olduğumuz hemen herşeyin değerini onları kaybedince anladığımız gibi çoğu zaman yanımızda olduklarını düşündüğümüz insanların sıcaklıklarına aldanıp kendimizi güçlü hissediyoruz. Ama aslında bilmiyoruz ki bu geçici bir durum, hatta dış dünyamızda gördüğümüz hemen herşey geçici aslında. Tek bir gerçek var o da içimizde ve biz çoğu zaman ona aldırış etmeyerek kendimizi kandırmış oluyoruz. İçimizdeki gerçeği göz ardı ediyoruz, saplantılarımızın veya bir başka ifadeyle tutkularımızın bizi farklı yollara sürüklemesine izin veriyoruz. Bu yolun sonunda elimize hiçbir şey geçmeyeceğini bile bile (Gerekirse tırnaklarımızla kazıyarak ve kişiliğimizden bolca ödün vererek) ilerlemeye devam ediyoruz. Çoğu zaman insanlarla "takılıyoruz". Yanımızda bulunan kişilerin bundan bir süre sonra nerede olabileceklerini asla aklımıza getirmiyoruz. Kendimizi anın sıcaklığına kaptırıyoruz. Muhabbetler ediliyor, karşı cinse karşı ismini net biçimde koyamadığımız duygular hissediliyor. (Aşk var ise nedir, nasıl açıklanır?) Sonra yeni bir gün doğuyor ve yaşamlarımızdaki kahrolası kısır döngüler kusursuz bir monotonluk içinde sürmeye devam ediyor. Bu sırada bazıları "doğru kişi" diye bir kavramdan söz ediyor, acaba karşımıza bizi bu gidişattan çekip alacak, yeniden doğmuş gibi hissettirecek, herşeyiyle güvenip bağlanabileceğimiz bir insan çıkacak mı? Bu, yıllar geçtikçe umut olmaktan çıkıp endişeye dönüşüyor ve biz de öylece bakakalıyoruz...

Saturday, January 28, 2006

My Life For One More Day

28 Ocak 2006

Sun fades in some way.Enter tragedy...Some where there's some way..Like all you ever dreamed...

Ne kadar iç karartıcı bir gün olacağı dün gece gördüğüm rüyalardan belliydi. Daha kaç kere rüyamda öldüğümü görüp titreyerek uyanacağım merak ediyorum..Rüya dünyası nelerden oluşur? İsteyerek veya istemeyerek bilinçaltına yerleştirdiklerimizin hortladıkları alan değil midir? Eğer öyleyse ben cidden hapı yuttum galiba..Uyurken bile iç açıcı şeyler göremiyorsam nasıl rahat hissedeceğim kendimi hayatta? Hayallerimde bile özgür olamadıktan sonra nasıl bir gelecek tasarlayacağım?

Kimler veya neler güç veriyor bize hayatta? Kimleri düşündüğümüzde yaşam mücadelemize devam etmek için kuvvet buluyoruz içimizde? Bu soruları cevaplamak konusunda çoğu zaman oldukça sıkıntı yaşıyorum...

Bazen anlamsız bir şekilde karamsar takıldığımı düşünüyorum. Var oldukları için şükretmem gereken şeyler var ama ben onların kıymetini bilemiyorum. Arada bir kendilerini hatırlasam da gerçek değerlerini anca onları kaybedince anlıyorum.

Bu aralar akıl sağlığımın sınırlarında dolaşıyorum. Kafamı toplayıp yoğunlaşamıyorum hiçbirşey üzerinde. (Ve önümüzdeki 3 gün içinde tam 5 tane finale gireceğim gerçeği de kafama vuruyor)

"Eski güzel günler" var mıydı acaba gerçekten, bundan bile şüphe duymaya başladım.

İhtiyacım olan neşe ve eğlence sürekli erteleniyor. Cumartesi akşamını evde tek başıma geçirmemden belli bu...

Bir yandan da bu topluma hem salaklıklarından dolayı gülme hem de toplumun parçası olmamaya çabalama durumum devam ediyor. (Dünyadaki en beleşçi milletin Türk milleti olduğunu düşünüyorum)

Yeni bir belirsizliğe, yani yeni bir güne girmemize 1 saat kala bu antika, dikkatsiz ve dağınık beyinden yazıya dökülebilecekler bu kadar sanırım. (Bu kadarını yazabildim ya, başarıdır yine)

Ben böyle bir yazı okusaydım yazan kişi için hiç de iyi şeyler düşünmezdim, hatta "Ne biçim ifade ediyon lan kendini?" diyip kendisine uyuz olurdum muhtemelen ama neyse...

Wednesday, January 25, 2006

Playlist

Havalara ve ruh halime göre bir Top-10 listesi hazırlayım dedim

1-Paradise Lost-Hands of Reason

Draconian Times, Non Serviam Dergisi'nin "En Çok Acı Veren 10 Albüm" listesine girmeliydi bence. Bu vesileyle buradan sevgili Çağlan Tekil'e sitemlerimi iletiyorum)

2-Immortal-Withstand The Fall Of Time

Şarkının ortasındaki nasıl bir melodidir ki insanı alır kuzey ormanlarının içine atıp bakir doğayla başbaşa bırakır...Bu şarkının dinleniyor olması, kuzey yarımkürede kış mevsiminin yaşandığına işaret eder. Bu sırada ekliptik düzlemde güneş oğlak dönencesi ile 23.27 lik açı yapmaktadır ve en kısa gün yaşanırken benim neden coğrafya fakiri bir insan olduğum sorusu akıllara gelir...

3-Firehouse-In Your Perfect World

Hiçbir zaman tatmin edilemeyen kızlar için yazılmış, sitem dolu, ilk dinlendiğinde bile akıllara kazınması içten bile olmayan enfes bir parça..

4-Bonfire-Sweet Obsession

(80'ler...O zamanları tam olarak yaşayamasak da en azından zamanında böyle muhteşem parçaların yazılmış olduğunu bilmek insanı avutuyor..

5-A-Ha-Stay On These Roads

Gülünç video klibine rağmen yıllara meydan okuyabilen bir şarkı. Morten Harket'in muhteşem vokalinden etkilenmemek mümkün değil. Son günlerde kendi kendime en sık mırıldandığım şarkılardan biri..

6-Scorpions-Rhytm of Love

Bu da Scorpions'un kült parçalarından, son derece melodik bir old school klasiği..

7-Faith No More-Digging The Grave

Dünya üzerinde böyle ani bi homurtuyla başlayan ve gittikçe kükremeye dönüşen bir şarkı daha olduğunu sanmıyorum. Enfes bi bridge ve nakaratı içinde barındırıyor. İlk dinleyişte beğenilme ve müptelası olma olasılığı yüksek..

8-Kamelot-Karma

Kamelot, ülkemizdeki power metal dinleyicisiyle yıldızı pek barışmamış talihsiz bir gruptur. Vokalistinin tipsiz olduğu yönünde ortak bi yargı vardır ancak sesine laf edenler için günde 5 vakit dayak atma kurslarımız açılmıştır..Karma adlı parçalarını ecnebi diyarlardan bazı kimseler anime tasarımıyla video klip olarak yayınlamışlardır..

9-Europe-Ready or Not

Fugeez diye bi grubun da aynı isimde bir şarkısı vardı eskiden, şimdi aklıma geldi..Muhteşem gitar riffi ile hard rock tarihinde geçmeyi başarmış bir parçadır. Out Of This World gibi nefis albümun leziz parçasıdır..

10-Y&T-Contagious

Kapanışı gene 80'lerden yapıyorum. Bol hey-hey'li sağlam bir hard-rock çalışması. Dinlemek ve sindirmek gerek..

Tuesday, January 24, 2006

Shining Snow White Here...

Şuanda sadece hava mıdır soğuk olan yoksa benim gibi başkaları da aslında içinde bulunduğumuz hayatın ne kadar soğuk olduğunu fark edebiliyor mu?

Hep içinde bir parça huzur ve sakinlik olan yerlerde bulunmanın hayalini kuruyorum ama galiba öyle bir yer ancak uzak diyarların arkasında saklı.

"Yarın" kelimesini korkmadan söyleyecek durumda olmadım hiçbir zaman ama asla "Yarın yoktur" diyip sadece günü kurtarmaya da bakmadım...

Peki ben neyim aslında, ne kadarım?

Hayır, aklımı alıp uzaklara (İskandinavya taraflarına) götüren yağan kar değil. Hatta kar yağınca insanlar neden böyle mutlu olurlar, bütün dertlerini unuturlar onu da bir türlü kavrayamadım. Kar denilen şey bana hep bütün karanlıkların, kötülüklerin üstünü geçici parıldayan beyazlığıyla kaplıyor gibi gelmiştir.

Hayattan ne beklediğimi bilemiyorum, hayat da benden ne istiyor ki böyle sürüklenip gidiyorum, onu da bilmiyorum...

Gidebileceğimiz yere kadar gideceğiz. Geride güzel anılar bırakabildiğim, beni sevenlere "Ya şu Serhatla şunu yaşamıştık zamanında" dedirtebileceğim ölçüde yaşamışımdır aslında..Belki komik gelecek ama yaşama sebeplerimin en kuvvetlilerinden biri de bu..

Uzaktan sıfır ego sahibi ve mütevazi görünmeye çalışan biri gibi mi duruyorum bilmiyorum ama şu ana kadar hep benden önce sevdiğim insanlar geldi ve ben bundan rahatsızlık duymadım..

Rising ages increase elusive cures.A mortal life sacrificed, greed's taken over.Ride to take and the craving's buried deeper.Reaching out grasping arms that are waiting for you...

Monday, January 23, 2006

Start from the Dark...

Bir Çin atasozu ile mi giriş yapsam: "En uzun yolculuklar tek bir adımla başlar"

Yoksa yazacaklarıma kimselerin aldırış edeceğini sanmadığımı belirterek mi..

Herşeye rağmen güzeldir arada bir geçmişe dönüp anılara dalmak, belki de insanı rahatsız eden birçok gerçekten kaçışın en basit yoludur..

Bu blog sitesi sanırım ileride geriye gönüp "Vay be neler döktürmüşüm zamanında" demek için gayet elverişli birşey..

Bakalım hangi kirlilikler, güzellikler, duygu patlamaları, kalp kırıklıkları, donuk kucaklaşmalar yansıyacak bu sayfalara...