Kaderde en yakınımdaki bazı insanlara yeteri kadar ilgi ve sevgi gösterememiş olmanın yaşattığı ağır vicdan azabını çekmek ve "İşallah bu gün öncekinden daha iyi olur" diye umutlanmak ve bu esnada yeni yılın nasıl geldiğini hiç anlamamak da varmış..
Allahın düşmanıma yaşatmamasını temenni ettiğim bu zamanlarımda şu aşağıdaki parçaya ve parçanın yer aldığı albüme fena halde tutuldum..
Bir şekilde bekleyişin sona ereceğini ve yeni taze başlangıçın o kadar uzakta olmadığını haykırıyor..
Sen ne güzel grubumuzdun Alice In Chains, Staley'siz de olsa aramıza tekrar hoşgeldin..
Bu dinazorları buraya kim koydu sahiden?
Monday, December 30, 2013
Sunday, December 15, 2013
Wednesday, December 04, 2013
Çalışma Masası
Bir Pazartesi sabahı gayet uykulu bir halde ofise geldiğinizde karşılaşabileceğiniz en renkli görüntülerden biri..Hafta sonu mesaiye gelen Sayın İsmail Gülenç'e saygılarımızı sunuyoruz..
Edge Of Sanity - Sacrificed
Parçayı ilk dinlememin ardından şaşkınlığa kapılmış ve "Cover mı değil mi?" diye üzerinde detaylı bir araştırma yapma gereği duymuştum..Bu, bir The Sisters Of Mercy, The Mission, ya da Billy Idol parçası olabilirdi ama İsveç death metali denince aklıma ilk gelen gruplardan biri olan Edge Of Sanity'nin işi olduğuna inanması zordu..Ancak o zamanlar (1993) hangi ruh hali içinde olduklarını kestirmenin pek mümkün olmadığı da Dan Swanö ve saz arkadaşları "Bir metal grubundan duymaya alışık olmadığımız parçalar" kategorisine unutulmaz bir isim eklemişlerdi..Albümün geri kalanının (The Spectral Sorrows) Swedish Death Metal tarihinin en nefis örneklerinden biri olarak hafızama kazındığını ayrıca belirtmeliyim...
Saturday, November 30, 2013
İçki Koleksiyonu - 12 / Ardbeg Islay Single Malt Scotch Whisky
İlk defa Taps Smoke Lager içtiğimde hafifçe damağıma yayılan duman tadı harika gelmişti ve içtiğim en orjinal içkilerden biri olduğuna karar vermiştim..Anca sanırım Ardbeg, isli tatları sevenler için ulaşılabilecek son nokta..Isley adında İskoçya'da zamanında Kelt rahiplerinin kuzeyli barbarlardan korunmak için sığındıkları küçük adaların birinde üretilen viski, bardağa koyduğunuzda şampanya görüntüsü veren rengi ve keskin kokusuyla dikkat çekiyor..Adanın, üzerinde bol miktarda yer kömürü bulunan toprakları viskiye doğal olarak duman tadı katıyor ve bu da Ardbeg'i diğer bütün single maltlardan farklı yapıyor..Leziz ve benzersiz tadının bir diğer sebebi de chill-filtering denen soğutma aşamasından geçirilmemesi (Bu sayede duman tadı kaybolmuyor) ve içindeki alkol oranının %46 olması..Zaten şu aşağıdaki resimdeki gibi bir yerde üretilen bir içkinin kalitesiz olma ihtimali var mı?
Sunday, November 24, 2013
The Warriors (1979)
Sanırım "İsimleri nedeniyle ilk insana ilk başta tırt gibi gelen filmler" diye bir kategori varsa bu filmi oraya yerleştirmek lazım..Gerçekten de adını duyduğunuzda sıradan bir dövüş filmi zannedilebilecek The Warriors, geleceğin New York'unun karanlık sokaklarında geçen ve yumruklarından çok akıllarını kullanan elemanlardan oluşan bir çetenin çılgın bir tempoda ilerleyen hikayesini anlatan futuristik bir kusursuzluk örneği..Loş ışıklarla aydınlatılmış metro istasyonları, her biri değişik kostümlere bürünmüş çeteler, tehlikeli kadınlar ve filmin atmosferiyle mükemmel bir uyum sağlayan müzikler filmi bir oturuşta sonuna kadar izleme ihtiyacı hissettiriyor..Walter Hill'in yönetmenliğini yaptığı; Michael Beck, James Remar, Dorsey Wright, Brian Tyler gibi isimleri pek duyulmamış genç aktörlerin akıllardan çıkmayan oyunculuklar sergiledikleri film, dünya çapında kült statüsüne ulaşmış durumda ve bence bunu sonuna kadar hak ediyor..Karanlıkta izlenmesi tavsiye edilir..
Friday, November 22, 2013
Bunak Adam
Hayatımda aldığım en acayip iltifatlardan birini Last Fm'i ilk açtığım zamanlarda Alper Balkış kişisi tarafından almıştım..
Sunday, November 17, 2013
Wednesday, November 13, 2013
Total Annihilation In Istanbul - 11.11.2013
"Yıl olmuş 2013, sen hala thrash metal mi dinliyorsun?"
Aramızda böyle anlamsız sorular sorabilen, ”zamanında” metal müziğin en gürültülü ve hızlısını dinlemiş olduğuna inanan ama artık bu müziğin kulaklarını tırmalamasından dolayı günümüzün easy listening trend gruplarına yönelen adamlar yaşıyor..
Böyle düşünen insanların mantığından yola çıkacak olursak artık kimsenin progressive rock veya klasik rock da dinlememesi gerekir..Çünkü bu tarzda müzik yapan birçok önemli grubun (Genesis, Rush, Yes, Journey ve Fleetwood Mac ilk aklıma gelen örnekler) özellikle 60’ların sonunda ve 70’lerde altın çağlarını yaşadıktan sonra 80’lerden itibaren dönemin synthesizer ve elektronik etkileşimleri nedeniyle soundlarını değiştirdiklerini ve 90’lardan itibaren de günümüzün modern rock sounduna yöneldiklerini görmekteyiz..”70’ler“ denince müzikal anlamda hemen herkesin aklına ilk olarak klasik rock, progressive rock ve psychodelic rock türleri geldiği gibi 80’lerin sonunda metal müzikte thrash metal hegemonyası yaşanmıştı..Ancak aradan geçen zaman, insanın bütün bu müzik türlerinden ayrı ayrı haz almasına engel olmamalı, en azından bana engel olmuyor..
Annihilator, metal müzik dinlemeye ilk başladığım zamanlardan beri takip ettiğim bir grup.Alice In Hell ve Never Neverland gibi thrash metal için kült kabul edilebilecek iki albüme imza atan Kanadalılar, Set The World On Fire ile daha yumuşak bir sound ile deneysel işlere girince bağnaz metalkafaların tepkisini çekmiş (Benim çok sevdiğim bir albümdür aslında) ve Roadrunner Records gibi zamanının dev plak şirketlerinden biriyle yollarını ayırmak zorunda kalmıştı.90’lı yılların ortalarından itibaren yayınlanan King Of The Kill, Refresh The Demon ve Remains albümleri, Annihilator albümlerinden çok gitarist Jeff Waters’ın solo albümlerine benziyorlardı..Hatta King Of The Kill albümünde Jeff Waters, davullar dahil bütün enstrümanları kendi çalmakla kalmıyor, vokalleri de üstleniyordu..1999 yılında basist Wayne Darley dışında ilk kadrosuyla tekrar toplanan grup, Criteria For A Black Widow albümünü yapacak ancak bu sefer de bazı parçalarda soundu metalden çok hard-core’a benzediği için eleştirilecekti.(Oysa ki bence gayet başarılı ve gaz bir albümdü Criteria For A Black Widow).2001 ve 2002 yıllarında sırasıyla Carnival Diablos ve Waking The Fury uzunçalarlarını yayınlayan grup, thrash metali groove metal ile oldukça başarılı biçimde harmanlamayı başarıyordu..Özellikle Waking The Fury albümü, sahip olduğu elektrikli testere sesine benzeyen gitar soundu ile metal tarihi içinde ayrı bir yere konulması gereken bir albümdür. Bu albümdeki gitar soundunu şu ana kadar dinlediğim başka hiçbir albümde duymuş değilim..
Waking The Fury albümünden sonra grubun çekirdek kadrosu bir kez daha dağılmış, buna sinirlenen frontman Waters, sadece vokalist/gitarist Dave Padden’ı kalıcı eleman olarak grupta tutmaya, bunun dışında sadece turlarda çalacak basist ve davulcular ile çalışmaya karar vermişti..Bu dar kadroyla 2004 yılında kanımca kariyerinin en vasat albümü All For You’yu piyasaya süren Annihilator, hemen ertesi sene çıkan Schizo Deluxe ile kendini affettirmişti..2007’de Angela Gossow, Jeff Loomis, Alexi Laiho, Jesper Strömblad gibi metal camiasının birçok ünlü müzisyeninin konuk sanatçı olarak yer aldığı ve sadece “Metal” gibi iddialı biri isimle yayınlanan albüm ise beklentileri tam olarak karşılamayan bir albümdü..(Hatta albümün ismine aldanılmaması gerektiği, albümdeki soundun thrash metalle alakası olmadığına dair ciddi eleştiriler almıştı..) 3 sene sonra Annihilator’ın thrash köklerine tekrar sıkı sıkıya sarıldığı gupla aynı ismi taşıyan 13.albümleri piyasaya sürüldü..Ve içinde bulunduğumuz yılın yaz aylarında “Feast” isimli albüm raflardaki yerini almıştı ki bir gün Facebook’a girdiğimde bir baktım ki Vera Productions ve Freebird Agency grubu İstanbul’da konsere getiriyormuş!Harika bir haberdi, ancak iptal olma ihtimalini de göz önünde bulundurmak gerekiyordu..Sonunda dualarım kabul oldu, konser iptal olmadı, 11 Kasım 2013 Pazartesi günü iş çıkışı en sevdiğim thrash metal grupları içinde üst sıralarda yer alan Annihilator’ı izlemek üzere Maslak’ın yolunu tuttuk..
Benim için metal konserlerinin farklı bir havası var..Ertesi gün erkenden kalkıp işe gitmem gerektiğini, konserde fazla gaza geldiğim taktirde izleyen günlerde boynumun ve bacaklarımın feci halde ağrıyacağını bildiğim halde sahnede çalan grup die-fard fanı olduğum bir grupsa ve üstüne üstlük setlistte hastası olduğum parçalarına yer veriyorsa kendimi tutamıyorum..Annihilator tam olarak bunu yaptı..İlk albümden Alison Hell ve W.T.Y.D, Neverland’den The Fun Palace, Reduced To Ash ve I Am In Command, Set The World On Fire’dan albümle aynı ismi taşıyan parça, No Zone, Knight Jumps Queen (Ayrıca Phoenix Rising, Sounds Good To Me ve Snake In The Grass’den oluşan akustik bir kombo da yaptılar), King Of The Kill’den Bliss, Second To None, Fiasco ve albümün ismini taşıyan o hayvani parça, Refresh The Demon, Carnival Diablos’un en sevdiğim parçası Time Bomb, Waking The Fury’nin en gaz parçası Ultra-Motion, Grupla aynı ismi taşıyan albümden Ambush ve son albümün ilk 3 parçasından oluşan harika bir setlist sundular..Benim için sonuç ise yapılan headbang neticesinde ertesi gün ağrımaya başlayan bir boyun ve ayakların sürekli yere vurulup tempo tutulması suretiyle oluşan bir bacak ağrısı oldu..Ama İstanbul, turnenin son durağı olmasına rağmen grup sahnede o kadar enerjikti ve o kadar kuvvetli bir sounda sahipti ki insan bütün bu ağrılardan şikayet edemiyor..
Konserin ses sistemi şaşırtıcı biçimde çok iyiydi..Gitarlar çok temiz duyuluyordu..Jeff Waters her Annihilator konserinde olduğu gibi konser boyunca sempatik hareketler sergiledi ve sürekli sırıtarak sahneyi dolaştı..(Gitar çalarken onun kadar eğlenen başka bir adam var mıdır acaba?)Vokalist David Padden çok başarılıydı..Grubun eski ve yeni parçalarını kusursuz biçimde söyledi..Genç davulcu Mike Harshaw ve sonradan Venezuela’lı (!) olduğunu öğrendiğim genç gitarist Alberto Campuzano da iyilerdi..
Konserin yapıldığı Maslak Arena küçük bir mekan..Pazartesi günü olmasına rağmen konsere gelen yaklaşık 500 civarı metal fanı sayesinde içerisi kalabalık gibi gözüküyordu..Gönül ister ki Annihilator gibi bir gruba binlerce kişi gelsin ama Türkiye’de yaşıyor olduğumuz için hafta içi bir gün için bu sayı yüksek sayılır..”Abi konsere gelecektim ama hafta içine denk geldi” diyebilme rezilliğini göstebilen insanlara da konsere İzmir’den gelip ertesi gün işine giden adam olduğunu hatırlatıp allah’a havale ediyorum..
11 Kasım 2013 Annihilator İstanbul konseri için verdiğim 60 lirayı grubu Türkiye’ye getiren Vera Productions ve Freebird Agency’ye sonuna kadar helal ediyorum..İnsan sevdiği grubu sahnede böylesine dehşet bir performansla izledikten sonrası parayı falan umursamıyor zaten..
Not:Bu arada Jeff’in “We are Canadians, we love everyone”sözü ve “Do you like Slayer and Metallica, listen to this” diyip Deadlock’a girişi unutulmazdı…
Tuesday, November 12, 2013
Kötü Gün Dostu Galatasaraylılar
Hazır Fatih Terim'in yok yere klüpten gönderilişini hala kabullenemiyorken, bu sezon şu ana kadar hemen hemen hiçbir maçta güzel futbol oynayamamışken ve ezeli rakibimizin sahasında kazanamama serisini 14 yıla çıkartmışken bu fotoğrafı da paylaşayım dedim..Fotoğraf, 1994-1995 sezonunda kendi sahamızda üst üste Samsun, Antep ve Antalya'ya kaybederek kötü bir rekora imza attığımız dönemde Florya Metin Oktay Tesisleri'nde çekilmiş..Beterin de beteri olduğunu unutmamak lazım..
Monday, October 28, 2013
Suçlu
Hayat böyle işte..Bazen bir duruma fena halde tepki göstermek istediğin halde neticesinde kaybedebileceğin şeylerin korkusu yüzünden frene basıyorsun..Bazen de haklı olduğuna kesin biçimde inanıp tepkini gösterdiğinde de hiç beklenmedik sonuçlarla karşılaşıyosun..Bu şiir, memleketteki kadın-erkek ilişkilerini pek de gerçekçi biçimde yansıtmıyor..Erkeklerin bu kadar düşünceli oldukları ne zaman görülmüş?
Wednesday, October 23, 2013
Efsane Commodore 64 Oyunları
7 yaşında henüz İlkokul 2'ye giden bir velet iken bir akşam babamın elinde siyah bir poşet ile eve geldiğini hatırlıyorum..Babam, o zamanlar arada bir küçük sürprizler yapıp legolar getirirdi bana. Bu sefer de öyle birşey yaptığını düşünüp heyecanla yanına gitmiştim.."Bilgisayar aldım" demişti..Tahtakale diye bir yerden bahsetmişti. Orada ucuzluk mu ne varmış..Bilgisayarı uygun fiyata bulmuş..Hayatımda "Tahtakale" kelimesini ilk duyduğum andı..Tabi sevinçten bunu fazla önemsemeyip bir an önce bilgisayarı oturma odasındaki Philips marka 52 ekran tüplü televizyonumuza bağlama işine girişmiştim..
Kurduğum bilgisayarın adı Commodore 64 idi ve babam bana bu aleti alarak mı iyilik mi kötülük mü yaptığı konusunda sanırım asla emin olamadı..Commodore'un evimize girmesiyle benim için bir devir kapanmış, evdeki legoların ve o zamanlar gazetelerin verdiği kartondan ev maketlerinin yüzüne bakılmaz olmuştu..
Commodore 64, benim ilk göz ağrımdı..Gelmiş geçmiş bilgisayarlar içinde en sıcak ve samimi olandı..Bir süre sonra bağlı olduğu televizyonunun görüntüsünü bozmasına, zaman zaman kafa ayarı diye tornavidanın bilgisayarın teybinin içine sokulmasıyla icra edilen akıllara zarar bir ayara gereksinim duymasına, bazı oyunları 10-15 dakikada yükleyebilmesine rağmen hiçbir zaman kızamadım ona..Yapabilecekleri sınırlıydı (Sadece 64 KB RAM'e ve sahipti ve grafik çipi 16 renkten oluşuyordu), ancak kısıtlı kapasitesi, hayatım boyunca oynadığım en zevkli oyunların birçoğunu bu tüm zamanların en çok satan ev bilgisayarında oynamama engel olmadı..
Datasette kullanarak başladığım Commodore hayatıma 5¼ Inch boyutındaki devasa disketler ile çalışan bir Commodore 1541 Disk Drive ile devam ettikten sonra tekrar Datasette'e dönerek veda etmiştim..Bu süre zarfında bu efsanevi bilgisayarda oynadığım en keyifli oyunlardan oluşan bir derleme yapayım dedim. Elbette aradan 20 seneden fazla zaman geçtiği düşünülecek olursa unuttuklarım olabilir, lütfen kusura bakmayınız...
10 - GHOSTS 'N GOBLINS (CAPCOM/1986)
Ürkütücü bir mezarlıkta başlayan; üzerimize doğru uçan kargaları ve kırmızı iblisleri, tepemizden ok atan şişman canavarları ve yer altından bir anda çıkan zombileri yok ederek ilerlediğimiz Capcom'un bu harika platform oyununda bölümler ilerledikçe düşmanlar zorlaşırdı. Oyuna ilk başladığımızda elimizde ateş tuşuna bastığımızda dümdüz ileriye giden dandik bir silah mevcutken, düşmanları öldürmek suretiyle meşale, balta, bıçak ve kalkana benzeyen acayip bir silah bulunabiliyordu.(En kullanışlı silah bıçaktı) Yönettiğimiz karakter bir mumyaydı ve üzeri sargılarla kaplıydı. Düşmanlardan aldığımız her darbede sargılar birer birer ortadan kalkar ve en sonunda ölmeden hemen önce bir iskelete dönüşürdük. Hayatımda oynadığım en sabır gerektiren ve beceri isteyen oyunlardan birisi olan Ghost 'N Goblins, Gametrailers.com sitesi tarafından tarihteki en zor ikinci oyun seçilmiştir..
9 - R-TYPE (IREM/1987)
Uzayda geçen bu Shoot 'em Up oyunu, türünün en iyilerinden biriydi..Deli gibi üzerimize gelen düşmanları birer birer yok ederek bulduğumuz çeşitli power-up'lar sayesinde minik uzay gemimizi güçlendirir ve zamanla çaprazlara, aşağıya-yukarıya hatta geriye doğru bile ateş edebilecek duruma gelirdik. Bölüm sonu canavarları harika biçimde tasarlanmışlardı ve bazıları Alien'lara benziyorlardı. Oyunda temel olarak sürekli ateş ederek ekranın sağına doğru ilerlemekten başka birşey yapıyor olmasak da sürükleyicilik ve iyi tasarlanmış düşmanlar sayesinde insanın canı hiçbir zaman sıkılmıyordu..
8 - THE GREAT GIANA SISTERS (RAINBOW ARTS/1987)
Super Mario Bros'un Commodore 64 versiyonu olarak görülebilecek The Great Giana Sisters, son derece şirin grafiklere ve birbirinden iyi tasarlanmış bölümlere sahipti. Giana ve Maria adında iki kız kardeşi yönettiğimiz, önümüze çıkan taşları kafa atıp kırarak içlerinden çıkan çeşitli objeleri toplayarak ilerlediğimiz oyunda bir çok gizli oda bulunurdu ve bunları keşfetmek çok keyifliydi..Yuvarlak, acayip bir nesneyi aldıklarında kızların saçları kabararak cadı saçı gibi olurdu. Chris Hülsbeck adında zamanınının önemli video oyunu müzik besteleyecisi şahsın elinden çıkmış müzikleri de şahaneydi..
7 - BOULDER DASH (FIRST STAR SOFTWARE/1984)
Ufacık bir karıncayı yöneterek her an üzerimize düşecek gibi görünen taşların altında kalmadan ekranın çeşitli yerlerinde bulunan elmasları toplama amacına dayalı Boulder Dash, oynaması çok keyifli ama bir o kadar da zor olan zeka oyunlarından biriydi. Ekranda serseri mayın gibi dolanan böceklere dikkat etmek gerekiyordu..Bazı bölümlerde elmaslar, taşları böceklerin üzerine düşürerek onları patlattığımız zaman ortaya çıkarlardı. Bu oyunda yönettiğimiz karınca, gördüğüm en sevimli oyun karakterlerinden biriydi. Bir süre hiçbirşey yapmadan beklediğimizde canı sıkılır ve ayaklarını yere vurmaya başlardı. Taşların arasına sıkışıp kaldığında sürenin bitmesini beklemekten başka yapacak birşey yoktu...
6 - SAMURAI WARRIOR : THE BATTLES OF USAGI YOJİMBO (FIREBIRD/1988)
Bir tavşandan samuray yaratarak onu oyun karakteri yapmak kimin fikriydi bilmiyorum ama bu oyun oynadığım en zevkli Role Playing'lerden biriydi. Geniş bir harita üzerinde karşımıza çıkan ninjaları ve garip canavarları öldürerek, evlere ve mağaralara girerek, köylülere selam vererek yolumuza devam ederdik..(Karakterimiz köylüleri öldürürse harakiri yapıyordu) Köylü gibi görünüp bir anda ninjaya dönüşen adamlar insanı sinir ederdi. Canımız azaldığında aşçı kadına para verip pilav yiyerek enerjimizi arttırabiliyorduk. Kılıcımızı çektiğimizde çalan müzik bir anda değişir ve etraftaki köylüler kaçmaya başlarlardı. Grafikleriyle, müzikleriyle, oyuncuya verdiği serbestlik ile (Para verip kumar oynamak bile mümkündü) Commodore-64 tarihinin iz bırakan oyunlarından biriydi...
5 - RICK DANGEROUS (CORE DESIGN/1989)
Indiana Jones'a benzer saçma bir karakteri yönettiğimiz oyunun daha en başında kopup gelen kayanın zavallı adamımızı kovalaması, Rick Dangerous'ın ne kadar zor bir oyun olduğuna işaret ediyordu. Aniden çıkan ve insanı çaresiz bırakan tuzaklar yüzünden birçok yeri en az bir kere ölmeden geçemiyorduk. Bu nedenle her bölümdeki tuzakların yerini ezbere bilmemiz gerekiyordu. Oyunun insanı bazen sinir eden zorluğunu bir kenara bırakırsak, yapılmış en iyi platformlardan biri olduğunu söylemek lazım..Bir de Rick'in öldükten sonra ekrandan aşağıya doğru uçarken kollarını iki yana doğru açıp "Vıaaaaaaaaaa" diye bağırışını unutmak mümkün mü?
4 - INTERNATIONAL KARATE (SYSTEM 3/1986)
Beyaz kuşaklı acemi bir kareteciyle ülke ülke dolaşıp siyak kuşağa ulaşmaya çalıştığımız oyunda dövüş hareketleri inanılmaz gerçekçiydi. Yumruk, tekme, uçan tekme, dönen tekme gibi klasik hareketlerin yanı sıra dirsek atma, kafa atma, yere eğilip tekme sallama gibi hareketler de yapabiliyorduk. Etkili bir vuruştan sonra rakibimizin yere devrilip yıldızları saymasını izlemek çok keyifliydi. Kafamızla taş kırdığımız ve üzerimize gelen toplardan korunmaya çalıştığımız ara bölümler oyuna renk katıyordu. International Karate, halen Mortal Kombat ve Tekken serileri ile beraber oynadığım en zevkli dövüş oyunlarından biri olarak hafızama yerleşmiştir..
3 - IMPOSSIBLE MISSION (EPYX/1984)
Deli bir profesör dünyayı yok etmek amacıyla her yeri bombalarla doldurmuştur. Süper kahraman olarak yapmamız gereken, içleri bizlere zarar verebilecek sayısız robotla dolu odaların arasında sağa sola koşturarak her objeyi incelemek ve bulmacaları çözerek profesörü bulmaktır. Ancak oyunun isminden de anlaşılacağı üzere bunu becermek pek kolay olmayacaktır. Impossible Mission, 1984 yılında çıkmış olmasına rağmen Commodore için oldukça güzel kabul edilebilecek grafikleri ve robot tasarımlarının başarısı ile dikkat çeker. Ayrıca oyun ekranının altında yer alan kontrol panelleri ve ilerlerken karşılaştığımız terminal ekranları, oyuna esaslı bir bilim-kurgu havası katar. Metal zeminin üzerinde koşarken duyulan ayak sesleri ve kahramanımızın boşluklara düşerken attığı çığlık insanın kabuslarına girebilecek türdendir..
2 - EMLYN HUGHES INTERNATIONAL SOCCER (AUDIOGENIC/1988)
Sıra geldi başında en çok zaman geçirdiğim Commodore 64 oyununa..Emyln Hughes International Soccer, daha oyuna başlamadan oyuncuya sunduğu seçenekler ile takdirimizi toplardı.Beraberlik halinde uzatma olsun mu, deplasmanda atılan gol 2 gol sayılsın mı, oyuncular topa topuklarıyla vurabilsinler mi, kaleciyi bilgisayar mı yönetsin gibi ayarları istediğimiz gibi değiştirebiliyorduk. (Bu, o zamana kadarki futbol oyunlarında görmeye alışık olmadığımız birşeydi) Hatta çimlerin rengini bile değiştirebiliyorduk! Oyuncuların top sürüşü, şutları ve kayarak müdahaleleri ile kalecilerin kurtarışları ve degajları oldukça etkileyiciydi..(Ancak topa havadan nasıl vurulacağını öğrenmem birkaç ayımı almıştı) Dıt dıt dıdı dıt dıdı Dıt dıt dıdı dıt şeklindeki korna sesi gibi müziği ve oyuncuların gol attıktan sonra yumruk şov yapmaları aklımdan hala çıkmamıştır..Oyunun en zevkli tarafı ise oyuncuların ve takımların isimlerini, takımların forma renklerini değiştirerek kendi ligini yaratmaktı..
1 - LAST NINJA 2 (SYSTEM 3/1988)
Last Ninja 2, sanırım Commodore 64'ün kısıtlı imkanları ile yapılabilecek en detaylı oyundu. İzometrik grafikleri, nefis müziği ve gerilim filmlerini aratmayan atmosferi ile aklımızı başımızdan alırdı. Bölümleri geçmek için çeşitli eşyalar bulmak ve kafayı çalıştırarak bu eşyaları doğru yerlerde kullanmak gerekirdi. Bu eşyaları ararken karşımıza türlü türlü düşmanlar çıkardı (İlk bölümdeki bıçak fırlatan palyaçoyu unutmak mümkün mü). Oyunun zorluk seviyesi hayli yüksek olduğundan düşmanlarla savaşmak yerine yanlarından zıplayarak kaçmak çoğu zaman daha faydalı olurdu. Bir Arcade/Adventure'dan beklenebilecek herşeye sahip olan olan Last Ninja 2'yi Commodore 64 tarihinin gelmiş geçmiş en iyi oyunu olarak görüyorum..
BAKINIZ:EFSANE AMİGA OYUNLARI
Kurduğum bilgisayarın adı Commodore 64 idi ve babam bana bu aleti alarak mı iyilik mi kötülük mü yaptığı konusunda sanırım asla emin olamadı..Commodore'un evimize girmesiyle benim için bir devir kapanmış, evdeki legoların ve o zamanlar gazetelerin verdiği kartondan ev maketlerinin yüzüne bakılmaz olmuştu..
Commodore 64, benim ilk göz ağrımdı..Gelmiş geçmiş bilgisayarlar içinde en sıcak ve samimi olandı..Bir süre sonra bağlı olduğu televizyonunun görüntüsünü bozmasına, zaman zaman kafa ayarı diye tornavidanın bilgisayarın teybinin içine sokulmasıyla icra edilen akıllara zarar bir ayara gereksinim duymasına, bazı oyunları 10-15 dakikada yükleyebilmesine rağmen hiçbir zaman kızamadım ona..Yapabilecekleri sınırlıydı (Sadece 64 KB RAM'e ve sahipti ve grafik çipi 16 renkten oluşuyordu), ancak kısıtlı kapasitesi, hayatım boyunca oynadığım en zevkli oyunların birçoğunu bu tüm zamanların en çok satan ev bilgisayarında oynamama engel olmadı..
Datasette kullanarak başladığım Commodore hayatıma 5¼ Inch boyutındaki devasa disketler ile çalışan bir Commodore 1541 Disk Drive ile devam ettikten sonra tekrar Datasette'e dönerek veda etmiştim..Bu süre zarfında bu efsanevi bilgisayarda oynadığım en keyifli oyunlardan oluşan bir derleme yapayım dedim. Elbette aradan 20 seneden fazla zaman geçtiği düşünülecek olursa unuttuklarım olabilir, lütfen kusura bakmayınız...
10 - GHOSTS 'N GOBLINS (CAPCOM/1986)
Ürkütücü bir mezarlıkta başlayan; üzerimize doğru uçan kargaları ve kırmızı iblisleri, tepemizden ok atan şişman canavarları ve yer altından bir anda çıkan zombileri yok ederek ilerlediğimiz Capcom'un bu harika platform oyununda bölümler ilerledikçe düşmanlar zorlaşırdı. Oyuna ilk başladığımızda elimizde ateş tuşuna bastığımızda dümdüz ileriye giden dandik bir silah mevcutken, düşmanları öldürmek suretiyle meşale, balta, bıçak ve kalkana benzeyen acayip bir silah bulunabiliyordu.(En kullanışlı silah bıçaktı) Yönettiğimiz karakter bir mumyaydı ve üzeri sargılarla kaplıydı. Düşmanlardan aldığımız her darbede sargılar birer birer ortadan kalkar ve en sonunda ölmeden hemen önce bir iskelete dönüşürdük. Hayatımda oynadığım en sabır gerektiren ve beceri isteyen oyunlardan birisi olan Ghost 'N Goblins, Gametrailers.com sitesi tarafından tarihteki en zor ikinci oyun seçilmiştir..
9 - R-TYPE (IREM/1987)
Uzayda geçen bu Shoot 'em Up oyunu, türünün en iyilerinden biriydi..Deli gibi üzerimize gelen düşmanları birer birer yok ederek bulduğumuz çeşitli power-up'lar sayesinde minik uzay gemimizi güçlendirir ve zamanla çaprazlara, aşağıya-yukarıya hatta geriye doğru bile ateş edebilecek duruma gelirdik. Bölüm sonu canavarları harika biçimde tasarlanmışlardı ve bazıları Alien'lara benziyorlardı. Oyunda temel olarak sürekli ateş ederek ekranın sağına doğru ilerlemekten başka birşey yapıyor olmasak da sürükleyicilik ve iyi tasarlanmış düşmanlar sayesinde insanın canı hiçbir zaman sıkılmıyordu..
8 - THE GREAT GIANA SISTERS (RAINBOW ARTS/1987)
Super Mario Bros'un Commodore 64 versiyonu olarak görülebilecek The Great Giana Sisters, son derece şirin grafiklere ve birbirinden iyi tasarlanmış bölümlere sahipti. Giana ve Maria adında iki kız kardeşi yönettiğimiz, önümüze çıkan taşları kafa atıp kırarak içlerinden çıkan çeşitli objeleri toplayarak ilerlediğimiz oyunda bir çok gizli oda bulunurdu ve bunları keşfetmek çok keyifliydi..Yuvarlak, acayip bir nesneyi aldıklarında kızların saçları kabararak cadı saçı gibi olurdu. Chris Hülsbeck adında zamanınının önemli video oyunu müzik besteleyecisi şahsın elinden çıkmış müzikleri de şahaneydi..
7 - BOULDER DASH (FIRST STAR SOFTWARE/1984)
Ufacık bir karıncayı yöneterek her an üzerimize düşecek gibi görünen taşların altında kalmadan ekranın çeşitli yerlerinde bulunan elmasları toplama amacına dayalı Boulder Dash, oynaması çok keyifli ama bir o kadar da zor olan zeka oyunlarından biriydi. Ekranda serseri mayın gibi dolanan böceklere dikkat etmek gerekiyordu..Bazı bölümlerde elmaslar, taşları böceklerin üzerine düşürerek onları patlattığımız zaman ortaya çıkarlardı. Bu oyunda yönettiğimiz karınca, gördüğüm en sevimli oyun karakterlerinden biriydi. Bir süre hiçbirşey yapmadan beklediğimizde canı sıkılır ve ayaklarını yere vurmaya başlardı. Taşların arasına sıkışıp kaldığında sürenin bitmesini beklemekten başka yapacak birşey yoktu...
6 - SAMURAI WARRIOR : THE BATTLES OF USAGI YOJİMBO (FIREBIRD/1988)
Bir tavşandan samuray yaratarak onu oyun karakteri yapmak kimin fikriydi bilmiyorum ama bu oyun oynadığım en zevkli Role Playing'lerden biriydi. Geniş bir harita üzerinde karşımıza çıkan ninjaları ve garip canavarları öldürerek, evlere ve mağaralara girerek, köylülere selam vererek yolumuza devam ederdik..(Karakterimiz köylüleri öldürürse harakiri yapıyordu) Köylü gibi görünüp bir anda ninjaya dönüşen adamlar insanı sinir ederdi. Canımız azaldığında aşçı kadına para verip pilav yiyerek enerjimizi arttırabiliyorduk. Kılıcımızı çektiğimizde çalan müzik bir anda değişir ve etraftaki köylüler kaçmaya başlarlardı. Grafikleriyle, müzikleriyle, oyuncuya verdiği serbestlik ile (Para verip kumar oynamak bile mümkündü) Commodore-64 tarihinin iz bırakan oyunlarından biriydi...
5 - RICK DANGEROUS (CORE DESIGN/1989)
Indiana Jones'a benzer saçma bir karakteri yönettiğimiz oyunun daha en başında kopup gelen kayanın zavallı adamımızı kovalaması, Rick Dangerous'ın ne kadar zor bir oyun olduğuna işaret ediyordu. Aniden çıkan ve insanı çaresiz bırakan tuzaklar yüzünden birçok yeri en az bir kere ölmeden geçemiyorduk. Bu nedenle her bölümdeki tuzakların yerini ezbere bilmemiz gerekiyordu. Oyunun insanı bazen sinir eden zorluğunu bir kenara bırakırsak, yapılmış en iyi platformlardan biri olduğunu söylemek lazım..Bir de Rick'in öldükten sonra ekrandan aşağıya doğru uçarken kollarını iki yana doğru açıp "Vıaaaaaaaaaa" diye bağırışını unutmak mümkün mü?
4 - INTERNATIONAL KARATE (SYSTEM 3/1986)
Beyaz kuşaklı acemi bir kareteciyle ülke ülke dolaşıp siyak kuşağa ulaşmaya çalıştığımız oyunda dövüş hareketleri inanılmaz gerçekçiydi. Yumruk, tekme, uçan tekme, dönen tekme gibi klasik hareketlerin yanı sıra dirsek atma, kafa atma, yere eğilip tekme sallama gibi hareketler de yapabiliyorduk. Etkili bir vuruştan sonra rakibimizin yere devrilip yıldızları saymasını izlemek çok keyifliydi. Kafamızla taş kırdığımız ve üzerimize gelen toplardan korunmaya çalıştığımız ara bölümler oyuna renk katıyordu. International Karate, halen Mortal Kombat ve Tekken serileri ile beraber oynadığım en zevkli dövüş oyunlarından biri olarak hafızama yerleşmiştir..
3 - IMPOSSIBLE MISSION (EPYX/1984)
Deli bir profesör dünyayı yok etmek amacıyla her yeri bombalarla doldurmuştur. Süper kahraman olarak yapmamız gereken, içleri bizlere zarar verebilecek sayısız robotla dolu odaların arasında sağa sola koşturarak her objeyi incelemek ve bulmacaları çözerek profesörü bulmaktır. Ancak oyunun isminden de anlaşılacağı üzere bunu becermek pek kolay olmayacaktır. Impossible Mission, 1984 yılında çıkmış olmasına rağmen Commodore için oldukça güzel kabul edilebilecek grafikleri ve robot tasarımlarının başarısı ile dikkat çeker. Ayrıca oyun ekranının altında yer alan kontrol panelleri ve ilerlerken karşılaştığımız terminal ekranları, oyuna esaslı bir bilim-kurgu havası katar. Metal zeminin üzerinde koşarken duyulan ayak sesleri ve kahramanımızın boşluklara düşerken attığı çığlık insanın kabuslarına girebilecek türdendir..
2 - EMLYN HUGHES INTERNATIONAL SOCCER (AUDIOGENIC/1988)
Sıra geldi başında en çok zaman geçirdiğim Commodore 64 oyununa..Emyln Hughes International Soccer, daha oyuna başlamadan oyuncuya sunduğu seçenekler ile takdirimizi toplardı.Beraberlik halinde uzatma olsun mu, deplasmanda atılan gol 2 gol sayılsın mı, oyuncular topa topuklarıyla vurabilsinler mi, kaleciyi bilgisayar mı yönetsin gibi ayarları istediğimiz gibi değiştirebiliyorduk. (Bu, o zamana kadarki futbol oyunlarında görmeye alışık olmadığımız birşeydi) Hatta çimlerin rengini bile değiştirebiliyorduk! Oyuncuların top sürüşü, şutları ve kayarak müdahaleleri ile kalecilerin kurtarışları ve degajları oldukça etkileyiciydi..(Ancak topa havadan nasıl vurulacağını öğrenmem birkaç ayımı almıştı) Dıt dıt dıdı dıt dıdı Dıt dıt dıdı dıt şeklindeki korna sesi gibi müziği ve oyuncuların gol attıktan sonra yumruk şov yapmaları aklımdan hala çıkmamıştır..Oyunun en zevkli tarafı ise oyuncuların ve takımların isimlerini, takımların forma renklerini değiştirerek kendi ligini yaratmaktı..
1 - LAST NINJA 2 (SYSTEM 3/1988)
Last Ninja 2, sanırım Commodore 64'ün kısıtlı imkanları ile yapılabilecek en detaylı oyundu. İzometrik grafikleri, nefis müziği ve gerilim filmlerini aratmayan atmosferi ile aklımızı başımızdan alırdı. Bölümleri geçmek için çeşitli eşyalar bulmak ve kafayı çalıştırarak bu eşyaları doğru yerlerde kullanmak gerekirdi. Bu eşyaları ararken karşımıza türlü türlü düşmanlar çıkardı (İlk bölümdeki bıçak fırlatan palyaçoyu unutmak mümkün mü). Oyunun zorluk seviyesi hayli yüksek olduğundan düşmanlarla savaşmak yerine yanlarından zıplayarak kaçmak çoğu zaman daha faydalı olurdu. Bir Arcade/Adventure'dan beklenebilecek herşeye sahip olan olan Last Ninja 2'yi Commodore 64 tarihinin gelmiş geçmiş en iyi oyunu olarak görüyorum..
BAKINIZ:EFSANE AMİGA OYUNLARI
Etiketler:
Bilgisayar Oyunları,
Commodore 64,
Derleme,
Top-10 Listeleri
Saturday, October 19, 2013
Müzikli Külot
Friday, October 18, 2013
Top 10 Değeri Bilinmemiş Komedi Filmleri
Komedi filmlerine, özellikle "kara komedi" denilen güldürürken insanı kimi zaman sinir eden, hatta korkutan, "Bu kadarı da çok saçma!" dedirten türe ilgim vardır..Bu vesile ile bu güne kadar izlemiş olduğum komedi filmlerinden yeteri kadar bilinmediklerini tahmin ettiklerim ile ilgili bir derleme yapayım dedim. Özellikle "En iyi komedi filmleri" ifadesini kullanmaktan çekindim çünkü sanat eserleri göreceli kavramlardır ve benim defalarca izlemeye doyamadığım bir filmi bir başkası 10 dakika seyrettikten sonra Shift+Delete tuşları ile çok uzaklara gönderebilir. Ayrıca sinema dünyasında o kadar fazla seçenek, keşfedilebilecek o kadar çok güzellik var ki belki de bir süre sonra listeyi yenilemek durumunda kalacağım ancak o zamana kadar beni derinden etkilemiş olan şu fimlerle ilgili birkaç satır yazmak istedim..
10 - OFFICE SPACE (1999)
Kaçımız yaptığımız işten tam anlamıyla memnunuz ki? Arada bir patronlarımıza kızıp herşeyi bırakıp gitmek, tamamen farklı alanlarda yeni bir işe başlamak istemiyor muyuz? İşte ofisindeki rutin işlerden, saçma kurallardan ve anlayışsız yöneticilerden usananların, sürekli kağıt sıkıştıran yazıcıları ve hiç durmadan çalan telefonları kırıp parçalamak isteyenlerin, iş yerinin cehennemden farksız bir yer olduğunu düşünenlerin zevkle izleyebilecekleri bir film Office Space...Kovulduktan sonra kafayı yiyip iş yerini ateşe veren gözlüklü adama ve sinir bozucu bir ses tonuyla telefonlara bakan şişman sekretere özellikle dikkat etmek lazım...Jennifer Aniston da hem performansı hem de güzelliğiyle göz kamaştırıyor..
9 - DEATH AT A FUNERAL (2007)
Karışan cenazeler, yatıştırıcı yerine yanlışlıkla uyuşturucu alan adamın yaşadığı trajedi, ölen adamın cüce gay sevgilisinin aileye şantaj yapmaya çalışırken başına gelenler (Bu rolde Game Of Thrones'dan hatırladığımız Peter Dinklage'i görmekteyiz)...Dirty Rotten Scoundrels gibi olağanüstü komik bir filme imza atmış yönetmen Frank Oz'dan İngilizlerin espiri anlayışını sevmeyenlerin dahi hiç sıkılmadan izleyebilecekleri bir kara komedi klasiği...Sırf filmin sonlarında ölen adamın oğlunun, tabuttan çıkan cüceye "Babamın tabutunun içinde ne arıyorsun?" diye sorduğu sahne için bile izlenebilir...
8 - MY COUSIN VINNY (1992)
Genellikle Goodfellas, Casino gibi gangster filmlerinde görmeye alıştığımız psikopat rollerin adamı Joe Pesci, bu filmde hukuk fakültesinden yeni mezun olmuş deneyimsiz bir avukat rolünde ve komik kişiliğiyle karşımıza çıkar. Her zamanki gibi hızlı konuşur ve hem konuşmalarıyla hem de mimikleriyle insanı gülmekten kırır geçirir. Nişanlısı rolündeki Marisa Tomei de bu filmdeki performansıyla en iyi yardımcı kadın oyuncu oscarını kapmıştır..
7 - BRAINDEAD (1992)
Bir gün birisi "Yaşlı bir kadının kendi kulağını yediği, bir rahibin "TANRI İÇİN KIÇ TEKMELİYORUM" diye bağırarak zombileri kung-fu yapma suretiyle dövdüğü, daha sonra rahibin de bir zombi haline gelerek bir zombi hemşire ile aşk yaşadığı, bu ilişkiden doğan zombi çocuğun çocuk parkında normal çocukları katletmek üzereyken son anda engellendiği ve bu esnada feci halde dayak yediği, başrol oyuncusunun bir çim biçme makinesiyle onlarca zombiyi kestiği, kanın gövdeyi götürdüğü bir film izleyeceksin ama izlerken gülmekten kırılacaksın" deseydi ona "Dalga mı geçiyorsun?" diye cevap verirdim..Ancak Braindead, kulağa imkansız gibi gelse de komedi ile korkuyu harika biçimde harmanlayan sıradışı bir film olarak hafızama kazındı. Sonraları Lord Of The Rings üçlemesine imza atacak olan yönetmen Peter Jackson'un bu komik kan banyosunu midesi kaldırabilecek herkese tavsiye ediyorum. Aynı yönetmenden bir benzeri için bakınız: Bad Taste
6 - CLERKS (1994)
Kendim de tezgahtarlık yapmış olduğumdan dolayı biliyorum, müşterilerin çoğu kıldır..İstekleri bitmez, kaprislidirler, kendilerini hep çalışanlardan üstün görürler. Clerks, müşterilerinden nefret eden ancak haliyle onlara katlanmak zorunda kalan iki tezgahtarın son derece keyifli diyaloglarla bezenmiş ve + 18'lik kesime hitap eden hikayesi olarak dikkat çeker. İşin ilginç tarafı ise filmin, yönetmen Kevin Smith'in gerçekten o zamanlar çalıştığı dükkanda çekilmiş olmasıdır..Resimli kısa bir özeti için..
5 - NIGHT ON EARTH (1991)
Dünyanın 5 ayrı şehrinde, 5 ayrı taksinin içinde geçen hem komik hem de dramatik ve sıradışı hikayeleri anlatan bir Jim Jarmusch başyapıtı olan Night On Earth, özellikle Winona Ryder ve Roberto Benigni'nin yıldızlaştıkları şahane bir komedidir. Belirli bir konsept içinde 5 ayrı kısa filmden oluşmuş gibi gözüken yapımda espiri dolu diyaloglar soluksuz biçimde ilerler, neticesinde yaklaşık 2 saat 10 dakika süren filmin nasıl bittiğini anlamazsınız..Özellikle New York'te geçen ve Doğu Almanya asıllı saf şoförün sakarlıkları üzerine kurulan bölümü gülmekten doğru dürüst izlemeyedim desem yeridir..Roma kısmında Roberto Benigni'den insanın çenesiyle nasıl katil olabileceğini öğreniriz..Hikayenin en dramatik tarafını yansıtan Helsinki bölümünde ise bir filmin en hüzünlü anlarında bile insanı gülümsetmeyi nasıl başarabildiğine hayranlıkla şahit oluruz..
4 - MONTY PYTHON AND THE HOLY GRAIL (1975)
Kral Arthur efsanesiyle dalga geçmek maksadıyla yazılan Monty Python And The Holy Grail, daha başındaki altyazıları esnasında tebessüm etmenizi sağlar. (Hangi filmin başında altyazılar gösterilirken "Altyazılardaki hatadan ötürü özür dileriz. Sorumluların işine son verildi.", ardından da "İşine son verilenlerin işine son vermekten sorumlu olanların işine son verildi" yazar ki?)..Filmdeki kahramanlarımız bir tuhaftır, "kutsal el bombası" adını verdikleri bir bombayla bir mağarayı koruyan beyaz bir tavşanı patlatırlar. Sürekli "Ni" diyip duran şövalyeleri sadece "Bu" diyerek bertaraf ederler..Saldırdıkları kaleden üzerlerine tavuk, horoz, kedi gibi hayvanlar atılmaları nedeniyle geri çekilmek zorunda kalmalarının ardından tahtadan bir tavşan yapıp (Truva atı misali) kalenin içine sızmaya çalışırlar ancak tek bir sorun vardır, tavşanın içinde kendileri yoktur! Filmin sonunda ise şövalyeleri polis tutuklar...Benim gibi beyazperdede zaman zaman absürdlük görmek isteyenlerin yanıbaşında bulunması gereken şahane bir filmdir..
3 - TOP SECRET! (1984)
Jim Abrahams ve David Zucker isimleri size birşey çağrıştırıyor mu? Airplane desem, Hot Shots desem, The Naked Gun serisi desem? 80'lerin bu kült olmuş filmlerinin yapımcılarının diğerleri kadar fazla bilinmeyen bu çılgın komedisinin hemen hemen her sahnesine bir espiri sıkıştırılmıştır. (Sinema tarihinin dakika başına en fazla espiri düşen filmi bile olabilir) Asiler ile Alman askerlerinin çatıştığı sahnede sesli biçimde gülmemek neredeyse imkansızdır. Usta oyuncu Omar Sherif ve kariyerinin henüz ilk filminde oynayan Val Kilmer'ın yıldızlaştıkları Top Secret; bir kere izlemenin kesinlikle yetmeyeceği, şu ana kadar gördüğüm en eğlenceli ve bir o kadar da absürd komedi filmidir..
2 - SHAUN OF THE DEAD (2004)
Normalde romantik komedi türünü sevmem ancak işin içinde zombiler varsa bir ayrıcalık gösterip zamanımı ayırabilirim! Edgar Wright'ın yönettiği; Simon Pegg ve Nick Frost'un harika oyunculuklarıyla İngiliz işi komedinin en iyi örneklerinden birine imza attığı film, aynı zamanda İngiliz toplum yaşamını ince bir biçimde eleştirmesiyle de dikkat çeker. Virüsün yayılıp insanların zombiye dönüşmeye başlamalarının ardından bir sabah uyanıp hiçbir şeyin farkında olmadan markete kola almaya giden kahramanımızın markete gidiş ve geliş sahneleri efsanedir. Ayrıca bir komedi filmi olarak tasarlanmış olmasına rağmen gore efektlerinin de oldukça başarılı olduğunu söylemek lazım..
1 - AFTER HOURS (1985)
Gerilim, mafya ve suç filmlerinin usta yönetmeni Martin Scorsese'nin canı komedi türüne el atmak istediğinde ortaya nasıl birşey çıkabilir ki? Tabi ki sadece bir gecede olayların inanılmaz hızlı bir şekilde geliştiği, başrol oyuncusunun başına gelmedik iş kalmayan, hiç bitmeyen aksilikler üzerine kurulu şarap gibi bir film..After Hours, şu güne kadar izlediğim en keyifli kara komedi örneğidir. Filmin inanılmaz kurgusu ve çılgın atmosferi sayesinde izlerken bir buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamam mümkün olmamıştır. Scorsese'nin 80'li yıllarda The King Of Comedy ile beraber yaptığı en nefis filmlerden biridir.
10 - OFFICE SPACE (1999)
Kaçımız yaptığımız işten tam anlamıyla memnunuz ki? Arada bir patronlarımıza kızıp herşeyi bırakıp gitmek, tamamen farklı alanlarda yeni bir işe başlamak istemiyor muyuz? İşte ofisindeki rutin işlerden, saçma kurallardan ve anlayışsız yöneticilerden usananların, sürekli kağıt sıkıştıran yazıcıları ve hiç durmadan çalan telefonları kırıp parçalamak isteyenlerin, iş yerinin cehennemden farksız bir yer olduğunu düşünenlerin zevkle izleyebilecekleri bir film Office Space...Kovulduktan sonra kafayı yiyip iş yerini ateşe veren gözlüklü adama ve sinir bozucu bir ses tonuyla telefonlara bakan şişman sekretere özellikle dikkat etmek lazım...Jennifer Aniston da hem performansı hem de güzelliğiyle göz kamaştırıyor..
9 - DEATH AT A FUNERAL (2007)
Karışan cenazeler, yatıştırıcı yerine yanlışlıkla uyuşturucu alan adamın yaşadığı trajedi, ölen adamın cüce gay sevgilisinin aileye şantaj yapmaya çalışırken başına gelenler (Bu rolde Game Of Thrones'dan hatırladığımız Peter Dinklage'i görmekteyiz)...Dirty Rotten Scoundrels gibi olağanüstü komik bir filme imza atmış yönetmen Frank Oz'dan İngilizlerin espiri anlayışını sevmeyenlerin dahi hiç sıkılmadan izleyebilecekleri bir kara komedi klasiği...Sırf filmin sonlarında ölen adamın oğlunun, tabuttan çıkan cüceye "Babamın tabutunun içinde ne arıyorsun?" diye sorduğu sahne için bile izlenebilir...
8 - MY COUSIN VINNY (1992)
Genellikle Goodfellas, Casino gibi gangster filmlerinde görmeye alıştığımız psikopat rollerin adamı Joe Pesci, bu filmde hukuk fakültesinden yeni mezun olmuş deneyimsiz bir avukat rolünde ve komik kişiliğiyle karşımıza çıkar. Her zamanki gibi hızlı konuşur ve hem konuşmalarıyla hem de mimikleriyle insanı gülmekten kırır geçirir. Nişanlısı rolündeki Marisa Tomei de bu filmdeki performansıyla en iyi yardımcı kadın oyuncu oscarını kapmıştır..
7 - BRAINDEAD (1992)
Bir gün birisi "Yaşlı bir kadının kendi kulağını yediği, bir rahibin "TANRI İÇİN KIÇ TEKMELİYORUM" diye bağırarak zombileri kung-fu yapma suretiyle dövdüğü, daha sonra rahibin de bir zombi haline gelerek bir zombi hemşire ile aşk yaşadığı, bu ilişkiden doğan zombi çocuğun çocuk parkında normal çocukları katletmek üzereyken son anda engellendiği ve bu esnada feci halde dayak yediği, başrol oyuncusunun bir çim biçme makinesiyle onlarca zombiyi kestiği, kanın gövdeyi götürdüğü bir film izleyeceksin ama izlerken gülmekten kırılacaksın" deseydi ona "Dalga mı geçiyorsun?" diye cevap verirdim..Ancak Braindead, kulağa imkansız gibi gelse de komedi ile korkuyu harika biçimde harmanlayan sıradışı bir film olarak hafızama kazındı. Sonraları Lord Of The Rings üçlemesine imza atacak olan yönetmen Peter Jackson'un bu komik kan banyosunu midesi kaldırabilecek herkese tavsiye ediyorum. Aynı yönetmenden bir benzeri için bakınız: Bad Taste
6 - CLERKS (1994)
Kendim de tezgahtarlık yapmış olduğumdan dolayı biliyorum, müşterilerin çoğu kıldır..İstekleri bitmez, kaprislidirler, kendilerini hep çalışanlardan üstün görürler. Clerks, müşterilerinden nefret eden ancak haliyle onlara katlanmak zorunda kalan iki tezgahtarın son derece keyifli diyaloglarla bezenmiş ve + 18'lik kesime hitap eden hikayesi olarak dikkat çeker. İşin ilginç tarafı ise filmin, yönetmen Kevin Smith'in gerçekten o zamanlar çalıştığı dükkanda çekilmiş olmasıdır..Resimli kısa bir özeti için..
5 - NIGHT ON EARTH (1991)
Dünyanın 5 ayrı şehrinde, 5 ayrı taksinin içinde geçen hem komik hem de dramatik ve sıradışı hikayeleri anlatan bir Jim Jarmusch başyapıtı olan Night On Earth, özellikle Winona Ryder ve Roberto Benigni'nin yıldızlaştıkları şahane bir komedidir. Belirli bir konsept içinde 5 ayrı kısa filmden oluşmuş gibi gözüken yapımda espiri dolu diyaloglar soluksuz biçimde ilerler, neticesinde yaklaşık 2 saat 10 dakika süren filmin nasıl bittiğini anlamazsınız..Özellikle New York'te geçen ve Doğu Almanya asıllı saf şoförün sakarlıkları üzerine kurulan bölümü gülmekten doğru dürüst izlemeyedim desem yeridir..Roma kısmında Roberto Benigni'den insanın çenesiyle nasıl katil olabileceğini öğreniriz..Hikayenin en dramatik tarafını yansıtan Helsinki bölümünde ise bir filmin en hüzünlü anlarında bile insanı gülümsetmeyi nasıl başarabildiğine hayranlıkla şahit oluruz..
4 - MONTY PYTHON AND THE HOLY GRAIL (1975)
Kral Arthur efsanesiyle dalga geçmek maksadıyla yazılan Monty Python And The Holy Grail, daha başındaki altyazıları esnasında tebessüm etmenizi sağlar. (Hangi filmin başında altyazılar gösterilirken "Altyazılardaki hatadan ötürü özür dileriz. Sorumluların işine son verildi.", ardından da "İşine son verilenlerin işine son vermekten sorumlu olanların işine son verildi" yazar ki?)..Filmdeki kahramanlarımız bir tuhaftır, "kutsal el bombası" adını verdikleri bir bombayla bir mağarayı koruyan beyaz bir tavşanı patlatırlar. Sürekli "Ni" diyip duran şövalyeleri sadece "Bu" diyerek bertaraf ederler..Saldırdıkları kaleden üzerlerine tavuk, horoz, kedi gibi hayvanlar atılmaları nedeniyle geri çekilmek zorunda kalmalarının ardından tahtadan bir tavşan yapıp (Truva atı misali) kalenin içine sızmaya çalışırlar ancak tek bir sorun vardır, tavşanın içinde kendileri yoktur! Filmin sonunda ise şövalyeleri polis tutuklar...Benim gibi beyazperdede zaman zaman absürdlük görmek isteyenlerin yanıbaşında bulunması gereken şahane bir filmdir..
3 - TOP SECRET! (1984)
Jim Abrahams ve David Zucker isimleri size birşey çağrıştırıyor mu? Airplane desem, Hot Shots desem, The Naked Gun serisi desem? 80'lerin bu kült olmuş filmlerinin yapımcılarının diğerleri kadar fazla bilinmeyen bu çılgın komedisinin hemen hemen her sahnesine bir espiri sıkıştırılmıştır. (Sinema tarihinin dakika başına en fazla espiri düşen filmi bile olabilir) Asiler ile Alman askerlerinin çatıştığı sahnede sesli biçimde gülmemek neredeyse imkansızdır. Usta oyuncu Omar Sherif ve kariyerinin henüz ilk filminde oynayan Val Kilmer'ın yıldızlaştıkları Top Secret; bir kere izlemenin kesinlikle yetmeyeceği, şu ana kadar gördüğüm en eğlenceli ve bir o kadar da absürd komedi filmidir..
2 - SHAUN OF THE DEAD (2004)
Normalde romantik komedi türünü sevmem ancak işin içinde zombiler varsa bir ayrıcalık gösterip zamanımı ayırabilirim! Edgar Wright'ın yönettiği; Simon Pegg ve Nick Frost'un harika oyunculuklarıyla İngiliz işi komedinin en iyi örneklerinden birine imza attığı film, aynı zamanda İngiliz toplum yaşamını ince bir biçimde eleştirmesiyle de dikkat çeker. Virüsün yayılıp insanların zombiye dönüşmeye başlamalarının ardından bir sabah uyanıp hiçbir şeyin farkında olmadan markete kola almaya giden kahramanımızın markete gidiş ve geliş sahneleri efsanedir. Ayrıca bir komedi filmi olarak tasarlanmış olmasına rağmen gore efektlerinin de oldukça başarılı olduğunu söylemek lazım..
1 - AFTER HOURS (1985)
Gerilim, mafya ve suç filmlerinin usta yönetmeni Martin Scorsese'nin canı komedi türüne el atmak istediğinde ortaya nasıl birşey çıkabilir ki? Tabi ki sadece bir gecede olayların inanılmaz hızlı bir şekilde geliştiği, başrol oyuncusunun başına gelmedik iş kalmayan, hiç bitmeyen aksilikler üzerine kurulu şarap gibi bir film..After Hours, şu güne kadar izlediğim en keyifli kara komedi örneğidir. Filmin inanılmaz kurgusu ve çılgın atmosferi sayesinde izlerken bir buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamam mümkün olmamıştır. Scorsese'nin 80'li yıllarda The King Of Comedy ile beraber yaptığı en nefis filmlerden biridir.
Saturday, October 05, 2013
Moda'nın Kedileri
666 MB
Wednesday, September 18, 2013
The Coffin Ships
Celtic metal diye bir müzik türünün oluşmasında başrol oynayan Primordial'ın The Gathering Wilderness albümünü eline aldığınızda yukarıdaki şarkının sözlerinin altında grup elemanları tarafından düşülmüş şöyle bir not görürsünüz:
"1845-1849 yılları arasında İrlanda'da hüküm süren kıtlık sonucunda 3 milyondan fazla insan açlıktan veya göç ederlerken hayatlarını kaybetti.
Daha önce dediğimiz gibi bizim ülkemizin tarihi trajedi ve kandan oluşmaktadır, bu 4 sene belki de ülkenin yaşadığı en büyük trajediyi temsil etmektedir..
Tabut gemileri, bu dönemde Amerika'ya yeni ve daha iyi bir yaşam için yelkan açan gemilerin adıdır..
Bu şarkı ile bu büyük trajedinin hatırasına ve hayatlarını kaybeden zavallı insanlara duyduğumuz saygıyı gösteriyoruz."
The Coffin Ships, benim için ilk dinleyişten itibaren insanı etkisi altına alan ve asla bıkkınlık vermeyen o özel parçalardan biridir..Umutsuzluk, çaresizlik ve trajedi notalara ancak bu kadar başarılı biçimde aktarılabilir..Zaten hemen her parçası epik olarak değerlendirilebilecek Primordial'ın belki de bu güne kadar yazdığı en destansı hikayedir..
"Young hearts born with grief
Shall pay the penalty of truth
A season of stolen youth
Shall teach old hearts to break
It feels like I've been here before
Here where the animals lay down to die
So we stood alone on a distant store
Our broken spirits in rags and tatters
Nerve and muscle, heart and brains
Lost to Ireland, lost in vain
So you pause and you can almost hear
The sounds, they echo down through the ages
The creak of the burial cart
Here in humiliation and sorrow
Not mixed with indignation
So one is driven to exclaim
Oh god, that bread should be so dear
And human flesh so cheap
Young hearts are born with such grief
And we have paid the penalty of truth
A season of our stolen youth
Shall teach our hearts to break"
Saturday, September 14, 2013
Klaus, Friedrich, Sebastian..Adam Eksik, Oynar Mısınız?
Bilgiler doğruysa ezeli rekabetin tarihindeki en ilginç sezonlardan biri yaşanmış..Bir de Galatasaray için Fransız ekolüne yakın derler!
Etiketler:
Fenerbahçe,
Futbol,
Galatasaray,
I.Dünya Savaşı
Thursday, August 29, 2013
Mutluluk ve Zenginlik Üzerine (Ya Da Küçük Bir Züğürt Tesellisi)
"…Kimse kendi bireyselliğinin dışına çıkamaz.Tıpkı içine sokulduğu tüm koşullara karşın, özüne doğa tarafından karşı konulamaz bir biçimde çizilmiş bulunan dar bir çember içinde kalan bir hayvan gibi, ve bu yüzden, örneğin sevdiğimiz bir hayvanı mutlu etmek çabalarımızın tam da hayvanın özünün ve bilincinin sınırları gereği sürekli dar bir çerçeve içinde kalmak zorunda olması gibi.İnsanlarda da durum böyledir: İnsanın olası mutluluğunun ölçüsü bireyselliğiyle önceden belirlenmiştir.Özellikle zihinsel gücünün sınırları, yüksek bir hazzı alma yeteneğini sonsuza dek belirlemiştir.Bu sınırlar darsa, dışarıdan gelen tüm çabalar, insanların ve şansın onun için tüm yaptıkları, o kişiyi sıradan, yarı hayvansı insani mutluluğun ve hoşnutluğun ötesine geçiremezler.O kişi duyusal zevklere, rahat ve keyifli aile yaşamına, düşük bir dost canlılığına ve kaba saba bir zaman öldürmeye bağlı kalır.Eğitim bile, bir bütün olarak onun bu çemberini genişletemez, genişletebilse bile, bu çok kısıtlı kalır.Çünkü en yüksek, en çeşitli ve en kalıcı hazlar zihinsel hazlardır; gençliğimizde bu konuda ne denli çok yanılsak da bu hazlar zihinsel güce bağlıdırlar.Buradan, mutluluğumuzun ne olduğumuza, bireyselliğimize ne denli bağlı olduğu anlaşılıyor, oysa bu konuda çoğu kez akla gelen, yalnızca yazgımız, neye sahip olduğumuz ya da neyi temsil ettiğimizdir.Ama yazgı iyileşebilir.Ayrıca iç dünyası zengin olan bir kişi yazgıdan çok şey beklemez, buna karşılık bir aptal, sonuna dek bir aptal olarak kalır; isterse kendisi cennette, etrafı hurilerle çevrili olsun…"
"...Zenginlik bizim mutluluğumuza çok az katkıda bulunabilir; bu yüzden birçok zengin, asıl zihinsel donanıma, onları zihinsel uğraşa yetkin kılabilecek bilgilere ve dolayısıyla herhangi bir nesnel ilgiye sahip olmadıkları için kendilerini mutsuz hissederler.Çünkü zenginliğin gerçek ve doğal gereksinimlerin doyurulmasının ötesinde yapabileceğinin, bizim asıl huzurumuz üzerinde çok az bir etkisi vardır; huzurumuz daha çok, büyük bir mülke sahip olmanın neden olduğu sayısız ve kaçınılmaz sorun yüzünden bozulur.Yine de insanlar zenginlik elde etmek için, zihinsel donanım elde etmek için uğraştıklarından bin kat daha çok uğraşırlar; oysa, insanın mutluluğu üzerinde ne olduğunun, neye sahip olduğundan kesinlikle daha çok katkısı vardır.Bu yüzden, bitmez tükenemz bir çalışma içinde, bir karınca gibi gayretle, sabahtan akşama kadar, zaten var olan zenginliğini daha da arttırmaya çalışanları bile görürüz.O kişi, araçlar alanının dar ufkundan ötesini göremez.Zihni boştur, bu yüzden başka her şeye kapalıdır.En yüce hazlara, zihinsel olanlara ulaşamaz; bunların yerini geçici, duyusal, az zamana ama çok paraya mal olanla, kendine ara sıra izin verdiği şeyle doldurmaya çalışır boş yere.Yaşamının sonunda, şansı iyi gitmişse, bu çabasının bir sonucu olarak gerçekten de bir yığın parası olmuştur; bunu daha da arttırmayı ya da harcayıp bitirmeyi mirasçılarına bırakır.Ne kadar ciddi ve önemli bir çehreyle sürdürülmüş olsa bile, böyle bir yaşam da en az simgesi bir soytarı külahı olan kadar budalacadır."
ARTHUR SCHOPENHAUER - YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE AFORİZMALAR
Thursday, July 25, 2013
Yaşanmışlıklar - 10 / Böcekli Mantı Aftermath
Yaşanmışlıklar serisinde bu sefer uzun yıllar kendisiyle çeşitli enteresan olaylar yaşadığımız bir arkadaşımdan bahsetmek istiyorum..Arkadaşın adı çok lazım değil ama bir isim vermek gerekirse kendisine Credo demeyi tercih ederim..
Credo ile 2003-2009 yılları arasında oldukça sık görüşüyorduk. İri yarı, göbekli, gamsız, patavatsız, canı ne zaman ne yapmak istese onu yapan bir adamdı. Cahil ve yobaz insanlara uyuz olurdu..Benim gibi içinde yaşadığı toplumun bir parçası olmaktan pek hoşlanmayan ancak şartlar gereği idare etmek durumunda kalan bir "yerleşik toplumdışı" idi..
Credo sünger gibi içerdi. Görüştüğümüz zamanların belki yüzde 80'inde ayık değildi ancak içmiş olduğunu asla anlayamazdınız. Alkol yüzünden kendini kaybettiğine bir kez şahit oldum, onda da bir büyük votkanın 4'te 3'lük kısmını aç karnına yaklaşık 45 dakika içinde tüketmişti ve geceyi klozetin başında geçirmek zorunda kalmıştı..
Credo, bir ara her cümlesinden sonra türk insanının çok sevdiği "...'na koyiim" kalıbını kullanmayı alışkanlık haline getirmişti..Bir keresinde halk otobüsünde ben, Credo ve bir arkadaşımız ayakta Kadıköy'e doğru ilerlerken ve otobüste ortam gayet sessizken yine coşmuş; memleketi hararetli biçimde eleştirmeye başlamıştı. Kurduğu her cümlenin sonuna o edepsiz lafı ekliyor ve otobüste muavinden en arkada sırtını demire yaslamış adama kadar herkes bizi rahatça duyabiliyordu. Bu esnada yanımızdaki orta yaşlı bir kadının sabrı taşmış olacak ki bir anda Credo'ya döndü ve "Yeter ama, biraz sessiz konuşur musun, ayıp oluyor" diyerek hayatının hatasını yaptı..Ardından birkaç saniye içinde şuan hala gözlerimin önünden kaybolmayan o unutulmaz sahne yaşandı: Credo, yüzünde hiçbir ifade belirtisi olmadan, adeta bir robot gibi kadına döndü ve kadının gözlerinin içine bakarak yüksek sesle: "TAMAM YA, AYIPSIN!" dedi...Ben ve diğer arkadaşım kısa süreli bir şok geçirmiştik. Bir yandan gülüyor, bir yandan da otobüstekilerin bizi linç edeceği korkusuyla güldüğümüzü saklamaya çalışıyorduk. Derken otobüsteki vatandaşlar da gülmeye başladı ve Kadıköy yerine Göztepe SSK durağında inerek bu absürd yolculuğa son noktayı koyduk..
Credo; yer ve zaman gözetmeksizin aklına geleni söyleyen, içten ve dobra bir adamdı. Ama bazen bu huyları tuhaf olayların yaşanmasına neden oluyordu. Bir keresinde bir Cumartesi sabahı saat 9 buçuk gibi ev telefonundan beni aramıştı. Uykudan kalkıp telefonu açtım ve "Efendim?" dedim..Karşıdan "BU CHILDREN OF BODOM NE ÖZENTİ BİR GRUPTUR YA!" diye bir ses geldi...(Uyku sersemliğiyle kendisine yeteri kadar küfür edememiştim)...Bir gece de Fikirtepe'de bir arkadaşın evinde takıldıktan sonra saat 3'e doğru oldukça alkollü olmamıza rağmen birkaç bira daha almak için açık benzin istasyonu bulmak amacıyla dışarıya çıkmamızın ardından 5 dakika geçmişti ki "BOŞVER BİRAYI YA ŞURDAN BAKLAVA ALALIM" cümlesini kurarak "fesüphanallah" dedirtmişti..
Adamla aramızda geçen en saçma dialoglardan biri de 2006 yılındaki Necrophagist konserinden önce yaşanmıştı. O zamanlar ben Atlantis Müzik'in Akmar'daki dükkanında çalışıyordum. Credo ise ofiste plak firmaları ve gruplar ile yazışıyor, konsere getirecek gruplar arıyordu. (Düzenlemiş olduğumuz Sodom ve Haggard konserlerinde grupları bağlayan oydu) Ekim ayında Atlantis Müzik Festivali adı altında Necrophagist, Orphaned Land ve Samael'in sahne alacağı bir organizasyon planlamıştık. Festivalden birkaç gün önce Necrophagist grubu, türk asıllı vokalisti Muhammed Suiçmez ile beraber Türkiye'ye geldi. Credo grubu havaalanında karşıladı ve ardından sürekli Muhammed Suiçmez ile takılmaya başladı. İstanbul'da adamı götürmediği kebapçı, bar, müze, masaj salonu vs kalmadı..Ne zaman arasam "Muhammed'le falanca yerdeyiz" diyordu. Konserden önceki gün arkadaşımla dükkanda otururken Credo ile Muhammed Suiçmez içeri girdiler. Muhammed'e hoşgeldin falan dedim, sonra Credo'ya "Napıyosun abi, nası gidiyo" diye sordum..Adamın verdiği cevap epikti: "Napiyim işte Muhammed'i berbere götürdüm şimdi de takılıyoruz öyle"......
Bu adamla ilgili hikayeler o kadar bol ki hepsini yazmak için ayrı bir blog açmak lazım..Ancak aşağıdaki paragrafta anlatacağım olay, üzerimde bıraktığı etkiler nedeniyle ayrıca incelenmesi gereken psikolojik bir vakadır..
Olay, 2004 yılında Üniversite yarıyıl tatili sırasında yaşandı. Evde annem, kardeşim ve anneannem ile kalıyordum. Credo ise o tarihlerde amcasının yakınımızda bulunan ofisinde çalışıyordu. Aslında çalışıyordu demek çok doğru olmaz, genellikle amcasının şirketinde çalışan servis şoförleriyle tartışıyor ve ofisten çıkıp bize gelerek saatlerce Championship Manager oynuyordu..
Önceki gece geç yatmıştım. Öğle vakti Credo'nun telefonuyla uyandım. Doğrudan "Napıyosun evde misin, size geliyim mi?" diye konuya girdi."Uyuyorum, birkaç saat sonra gel" demem işe yaramadı, acil bir durummuş...
Yaklaşık 15 dakika sonra kapı çaldı.Annemden önce davranıp kapıyı açtım..Aramızda şöyle bir diyalog geçti:
- BEN : "Gel abi, naber?"
- CREDO : "TERLİK VER LAN TERLİK VER!"
- BEN : (Elime geçen ilk terliği uzatarak)"Buyur"
- CREDO : "ABİ BÖCEKLİ MANTI YEDİRDİLER YA"
Odama geçtik. Amcasının ofisinde yediği öğle yemeğinin bağırsaklarını bozmuş olduğunu anlamam pek zor olmadı..Ancak Credo, kendi evi dışında başka hiçbir yerde kolay kolay tuvalete giremeyen bir adamdı..
Bilgisayarın başına oturdu. Geleli daha 5 dakika bile olmamıştı ki sorduğu şu soruyla irkildim:
"PANTOLONUMU BURDA MI ÇIKARTAYIM TUVALETTE Mİ?"
Böyle bir soruya maruz kalabilecek her insan evladı gibi önce şaşırdım...Sonra anlamaya çalıştım...Anlayamadım...
"Nasıl yani?" dedim...
"PANTALONUMU ÇIKARMADAN YAPAMIYORUM" diye yanıtladı...
"Eee o zaman içerde çıkar?!" diyebildim anca...
"Tamam, DERGİ VERSENE Bİ TANE" diye devam etti...
Sağa sola baktım. Enred dergisinin bir sayısını buldum. (Merak edenler için Enred dergisi )
Credo dergiyi alıp tuvalete girdi. Sevdiği grindcore-death metal gruplarının yazılarını okuyarak içerde yaklaşık bir yarım saat kaldı. Arada anneannem 2-3 kez tuvalet kapısına gelip geri döndü ve sonunda söylenmeye başladı...
Yarım saat sonra elindeki Enred dergisiyle karşıma dikildiğinde ağzından "Oh be dünya varmış!" lafı çıktı ve bilgisayarın başına oturarak Championship Manager'daki son kaydedilmiş oyununu açtı...
GROTESK bir adamdı...(Severim, orası ayrı)
Credo ile 2003-2009 yılları arasında oldukça sık görüşüyorduk. İri yarı, göbekli, gamsız, patavatsız, canı ne zaman ne yapmak istese onu yapan bir adamdı. Cahil ve yobaz insanlara uyuz olurdu..Benim gibi içinde yaşadığı toplumun bir parçası olmaktan pek hoşlanmayan ancak şartlar gereği idare etmek durumunda kalan bir "yerleşik toplumdışı" idi..
Credo sünger gibi içerdi. Görüştüğümüz zamanların belki yüzde 80'inde ayık değildi ancak içmiş olduğunu asla anlayamazdınız. Alkol yüzünden kendini kaybettiğine bir kez şahit oldum, onda da bir büyük votkanın 4'te 3'lük kısmını aç karnına yaklaşık 45 dakika içinde tüketmişti ve geceyi klozetin başında geçirmek zorunda kalmıştı..
Credo, bir ara her cümlesinden sonra türk insanının çok sevdiği "...'na koyiim" kalıbını kullanmayı alışkanlık haline getirmişti..Bir keresinde halk otobüsünde ben, Credo ve bir arkadaşımız ayakta Kadıköy'e doğru ilerlerken ve otobüste ortam gayet sessizken yine coşmuş; memleketi hararetli biçimde eleştirmeye başlamıştı. Kurduğu her cümlenin sonuna o edepsiz lafı ekliyor ve otobüste muavinden en arkada sırtını demire yaslamış adama kadar herkes bizi rahatça duyabiliyordu. Bu esnada yanımızdaki orta yaşlı bir kadının sabrı taşmış olacak ki bir anda Credo'ya döndü ve "Yeter ama, biraz sessiz konuşur musun, ayıp oluyor" diyerek hayatının hatasını yaptı..Ardından birkaç saniye içinde şuan hala gözlerimin önünden kaybolmayan o unutulmaz sahne yaşandı: Credo, yüzünde hiçbir ifade belirtisi olmadan, adeta bir robot gibi kadına döndü ve kadının gözlerinin içine bakarak yüksek sesle: "TAMAM YA, AYIPSIN!" dedi...Ben ve diğer arkadaşım kısa süreli bir şok geçirmiştik. Bir yandan gülüyor, bir yandan da otobüstekilerin bizi linç edeceği korkusuyla güldüğümüzü saklamaya çalışıyorduk. Derken otobüsteki vatandaşlar da gülmeye başladı ve Kadıköy yerine Göztepe SSK durağında inerek bu absürd yolculuğa son noktayı koyduk..
Credo; yer ve zaman gözetmeksizin aklına geleni söyleyen, içten ve dobra bir adamdı. Ama bazen bu huyları tuhaf olayların yaşanmasına neden oluyordu. Bir keresinde bir Cumartesi sabahı saat 9 buçuk gibi ev telefonundan beni aramıştı. Uykudan kalkıp telefonu açtım ve "Efendim?" dedim..Karşıdan "BU CHILDREN OF BODOM NE ÖZENTİ BİR GRUPTUR YA!" diye bir ses geldi...(Uyku sersemliğiyle kendisine yeteri kadar küfür edememiştim)...Bir gece de Fikirtepe'de bir arkadaşın evinde takıldıktan sonra saat 3'e doğru oldukça alkollü olmamıza rağmen birkaç bira daha almak için açık benzin istasyonu bulmak amacıyla dışarıya çıkmamızın ardından 5 dakika geçmişti ki "BOŞVER BİRAYI YA ŞURDAN BAKLAVA ALALIM" cümlesini kurarak "fesüphanallah" dedirtmişti..
Adamla aramızda geçen en saçma dialoglardan biri de 2006 yılındaki Necrophagist konserinden önce yaşanmıştı. O zamanlar ben Atlantis Müzik'in Akmar'daki dükkanında çalışıyordum. Credo ise ofiste plak firmaları ve gruplar ile yazışıyor, konsere getirecek gruplar arıyordu. (Düzenlemiş olduğumuz Sodom ve Haggard konserlerinde grupları bağlayan oydu) Ekim ayında Atlantis Müzik Festivali adı altında Necrophagist, Orphaned Land ve Samael'in sahne alacağı bir organizasyon planlamıştık. Festivalden birkaç gün önce Necrophagist grubu, türk asıllı vokalisti Muhammed Suiçmez ile beraber Türkiye'ye geldi. Credo grubu havaalanında karşıladı ve ardından sürekli Muhammed Suiçmez ile takılmaya başladı. İstanbul'da adamı götürmediği kebapçı, bar, müze, masaj salonu vs kalmadı..Ne zaman arasam "Muhammed'le falanca yerdeyiz" diyordu. Konserden önceki gün arkadaşımla dükkanda otururken Credo ile Muhammed Suiçmez içeri girdiler. Muhammed'e hoşgeldin falan dedim, sonra Credo'ya "Napıyosun abi, nası gidiyo" diye sordum..Adamın verdiği cevap epikti: "Napiyim işte Muhammed'i berbere götürdüm şimdi de takılıyoruz öyle"......
Bu adamla ilgili hikayeler o kadar bol ki hepsini yazmak için ayrı bir blog açmak lazım..Ancak aşağıdaki paragrafta anlatacağım olay, üzerimde bıraktığı etkiler nedeniyle ayrıca incelenmesi gereken psikolojik bir vakadır..
Olay, 2004 yılında Üniversite yarıyıl tatili sırasında yaşandı. Evde annem, kardeşim ve anneannem ile kalıyordum. Credo ise o tarihlerde amcasının yakınımızda bulunan ofisinde çalışıyordu. Aslında çalışıyordu demek çok doğru olmaz, genellikle amcasının şirketinde çalışan servis şoförleriyle tartışıyor ve ofisten çıkıp bize gelerek saatlerce Championship Manager oynuyordu..
Önceki gece geç yatmıştım. Öğle vakti Credo'nun telefonuyla uyandım. Doğrudan "Napıyosun evde misin, size geliyim mi?" diye konuya girdi."Uyuyorum, birkaç saat sonra gel" demem işe yaramadı, acil bir durummuş...
Yaklaşık 15 dakika sonra kapı çaldı.Annemden önce davranıp kapıyı açtım..Aramızda şöyle bir diyalog geçti:
- BEN : "Gel abi, naber?"
- CREDO : "TERLİK VER LAN TERLİK VER!"
- BEN : (Elime geçen ilk terliği uzatarak)"Buyur"
- CREDO : "ABİ BÖCEKLİ MANTI YEDİRDİLER YA"
Odama geçtik. Amcasının ofisinde yediği öğle yemeğinin bağırsaklarını bozmuş olduğunu anlamam pek zor olmadı..Ancak Credo, kendi evi dışında başka hiçbir yerde kolay kolay tuvalete giremeyen bir adamdı..
Bilgisayarın başına oturdu. Geleli daha 5 dakika bile olmamıştı ki sorduğu şu soruyla irkildim:
"PANTOLONUMU BURDA MI ÇIKARTAYIM TUVALETTE Mİ?"
Böyle bir soruya maruz kalabilecek her insan evladı gibi önce şaşırdım...Sonra anlamaya çalıştım...Anlayamadım...
"Nasıl yani?" dedim...
"PANTALONUMU ÇIKARMADAN YAPAMIYORUM" diye yanıtladı...
"Eee o zaman içerde çıkar?!" diyebildim anca...
"Tamam, DERGİ VERSENE Bİ TANE" diye devam etti...
Sağa sola baktım. Enred dergisinin bir sayısını buldum. (Merak edenler için Enred dergisi )
Credo dergiyi alıp tuvalete girdi. Sevdiği grindcore-death metal gruplarının yazılarını okuyarak içerde yaklaşık bir yarım saat kaldı. Arada anneannem 2-3 kez tuvalet kapısına gelip geri döndü ve sonunda söylenmeye başladı...
Yarım saat sonra elindeki Enred dergisiyle karşıma dikildiğinde ağzından "Oh be dünya varmış!" lafı çıktı ve bilgisayarın başına oturarak Championship Manager'daki son kaydedilmiş oyununu açtı...
GROTESK bir adamdı...(Severim, orası ayrı)
Friday, July 19, 2013
Sakıncalı Kaş Modelleri
İnsanların bloğuma arama motorlarından hangi kelimeleri aratınca girdiklerini merak etmiyor değilim elbet. Daha önce abuk subuk şeyler yazıp yolu siteye düşmüş birçok dengesiz internet kullanıcısı görmüştüm ama bu seferki bomba gerçekten...Tahminlerime göre aykırı ve marjinal görünme peşinde olan ergen bir hatun ziyaret etmiş sitemi, ancak aradığını bulabildiğini sanmıyorum...
Friday, June 28, 2013
Yaşanmışlıklar - 9 / The Mystery Of Stinky Customer
2006 - 2007 yıllarında çalıştığım Kadıköy Akmar Pasajı'nın güzide dükkanlarından Atlantis Müzik'te yaşadığım sayısız ilginç olaydan biriydi...
Mesai arkadaşım Cem ile dükkanda otururken içeriye kıyafetleri pislik içinde, saçı başı dağılmış, göbekli, 30'lu yaşlarda bir adam girdi. Bir süre dükkandaki müzik CD'lerine, filmlere, tişörtlere baktı. Bu esnada cebinden çıkarttığı gofretimsi şeyleri bir bütün olarak ağzına atıyor, aralıksız olarak çikolata yiyiyordu.
Derken Cem ile o kokuyu duyduk...Adamın üzerinden yayılan ve dükkandaki diğer zavallı müşterilerin kısa bir süre içinde dışarıya kaçmalarına neden olan o pis kokuyu..Adam, belli ki çok uzun zamandan beri yıkanmamıştı ve üzerine iğrenç, ağır bir koku sinmişti. 10 metre mesafeden bile insanın burnunun direğini kırmaya yetecek kadar kuvvetli bir kokuydu.
Adam, plakların bulunduğu bölüme gitti ve teker teker hepsine bakmaya başladı. (O yıllarda longpileylere son dönemlerdeki kadar ilgi duyulmadığı için satışta fazla plağımız yoktu..Sıfır plak getirmek yerine ellerindeki plaklardan kurtulmak isteyenlerden cüzzi fiyatlar karşılığında ikinci el plak alıyorduk..) Bazı plakları kenara koymaya başladı. Bir-iki-beş-on derken kenara koyduğu plaklar üst üste bir yığın oluşturdu...
Bu esnada Cem ile adamı dükkandan dışarı atmayı, pasajın güvenlik görevlisini çağırmayı düşündük. Adam, belli ki sokakta yaşayan, tehlikeli ve belki de akli dengesi bozuk bir tipti. Üzerinden yayılan koku iyice dayanılmaz olmaya başlamıştı, nefes almak için arada dükkana oda spreyi sıkıyorduk. Harekete geçmek ile geçmemek arasında karar veremedik ve "Bir süre bekleyelim bakalım" dedik..
Bu arada adamın hangi plakları ayırdığına bakınca şaşkınlığımı gizleyemedim...Iron Maiden, Running Wild, Queensryche, Venom, Pretty Maids, Manowar, Rage, Y&T, Victory, Survivor, KISS, Motörhead gibi grupların plaklarını kenara koymuştu..
Yaklaşık 20 dakika içinde dükkanda bulunan bütün plaklara baktı. Ardından ayırdığı yaklaşık 50-60 kadar plağı eline alarak kasaya yaklaştı. "İşte bela geliyor" diye düşünmeye başladık..
Adam sakin bir ses tonuyla "Bunlar ne kadar?" diye sordu...
"Fiyatları 20 ile 40 lira arasında değişiyor" diye cevap verdim isteksizce...
"Tamam alıyorum" dedi...
Cem ile birbirimize baktık. Ciddi olamazdı...
"Hepsini alıcam. Ne kadar yapıyo?" diye tekrar sordu...
Hesap makinasını elime alıp tutarı hesapladım. 1800 küsür lira yapıyordu...
"1800 TL" dedim...
Adam, çukulata bulaşmış ellerini cebine soktu ve 20 TL'lik yeşil banknotlardan bir tomar çıkarttı. Üzerinde ne 5 TL'lik, ne 10 TL'lik ne de 50 TL'lik başka bir banknot yok gibiydi...
90 tane 20'lik banknot uzattı. Arkadaşımla paraların sahte olup olmadığını kontrol ettik. Bildiğin gerçek paraydı...
Plakları poşetlere doldurduk. Kokan müşteri, dükkandaki rock ve metal plaklarının neredeyse tamamını satın almış olarak kapıdan dışarı çıktı...
Adamı bir daha ne Akmar'da ne de başka bir yerde görmedik...
Kötü kokan müşterinin hikayesi; bizim için bugün hala gizemini koruyan, akılla ve mantıkla açıklanması zor bir vaka olarak zihnimizin derinliklerinde yatmaktadır...
Etiketler:
Akmar Pasajı,
Anı,
Atlantis Müzik,
Mavra,
Yaşanmışlıklar
Sunday, March 31, 2013
Yaşanmışlıklar - 8 / Filim, Oyun, MP 3 (+18)
Kadıköy'deki Yazıcıoğlu Pasajı'nın kötü bir ünü vardır. 90'lı yılların ortalarından itibaren Commodore ve Amiga oyunları çektirmek üzere içindeki bilgisayarcıları sayısız defa ziyaret ettiğim mekan, 90'ların sonuna doğru maalesef korsan CD mafyasının eline geçmişti. Pasajın birkaç metre yakınına yaklaştığınızda bir anda yanınızda biten esmer vatandaşlar "CD lazım mı?", "Filim, oyun, empe 3", "Ne lazım?" diye seslenerek sizi taciz ederlerdi. Hatta bir keresinde oradan geçerken adamın biri yanıma gelip "Filim var, müzik var, oyun var" dedikten sonra daha alçak bir sesle kulağıma "AÇIK FİLİM VAR" diye fısıldamıştı, hiç unutmam...
İşte her istediğimiz filmi, oyunu ya da albümü internetten indirme şansını bulamadığımız o dönemlerde yakın bir arkadaşım beni bir hafta sonu Yazıcıoğlu Pasajı'na sürüklemişti. O pasajdan ve ordaki esnaftan pek hoşlanmıyordum, ama "Belki sevdiğim grupların full MP3 diskografilerini bulurum" umuduyla ona eşlik etmekten kendimi alıkoyamadım..
İlk başta her şey normal görünüyordu. Yazıcıoğlu Pasajı'nın, karşısında Gold Bilgisayar bulunan kapısından içeri girdik. Bir süre giriş katındaki bir dükkanda film CD'lerine falan baktık. Sonra yanımdaki arkadaşım dönüşü olmayan yola girdi, dükkanda çalışan çocuğa utana sıkıla "Şey, erotik CD var mı sizde?" diye sordu..(Bu konuda kendisini suçlamıyorum, henüz 20'li yaşlara yeni girmiş ergenlerdik ve daha önce belirttiğim gibi istediğimiz her filmi internetten indiremiyorduk, o zamanki şartlar buna izin vermiyordu)
Bunun üzerine çocuk "Olmaz olur mu abi" diyerek bizi başka bir dükkana götüreceğini söyledi. Birlikte Yazıcıoğlu'ndan dışarı çıktık. Yan taraftaki bir pasaja girerek merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladık. Çocuk bizi soğuk, karanlık bir odanın içine soktu. Odanın içinde dışarıdan ilk bakışta fark edilmeyen bir gizli bölme vardı. Filmlerde kütüphanedeki kitabın itilerek gizli geçidin açılması gibi, çocuk duvarda bir yeri ittirdi ve içinde yüzlerce porno CD bulunan küçük bir odanın içine girdik..
Acayip bir durumdu. Odadaki birtakım adamların cinsel ihtiyaçlarını bastırmak amacıyla kendilerine kapak resimlerine bakarak film seçmelerine şahit oluyordum..
Arkadaşım CD'lerden birkaçını kenara ayırmıştı. Gelmişken almaya niyeti vardı..
Sonra bir anda içinde bulunduğumuz odanın ışıkları söndü..İçeriye bir adam girip "ELLER YUKARI, POLİS" diye bağırdı..O dönemlerde Yazıcıoğlu Pasajı sık sık baskına uğruyor, korsan CD satanlar ifadeleri alınmak üzere polis merkezine götürülüyor ve kısa bir süre sonra serbest bırakılıyordu. O an bu baskınlardan birini yaşadığımıza kanaat getirdik ve yusuf yusuf çekmeye başladık..Bu saçma yerde hiç bulunmamamız gerekiyordu ama oradaydık..Fena halde tırsmıştık..
Şakaymış (!)..İçeri girip ışıkları söndüren şakacı adam dükkan sahibiymiş..."Şaka şaka" diyip gönlümüzü alıp dışarı çıktı denyo herif. Arkasından bir ton küfür ettik haliyle...
Ama asıl hikaye bu değilmiş...
Arkadaşım resimlerinden beğendiği(!) birkaç CD'yi alıp bir an önce oradan ayrılmaya karar verdi. Tezgaha doğru yürüdük. At hırsızı tipli bir adamla karşılaştık. Arkadaşım her şeye rağmen bu işte de pazarlık payı olabileceğini düşünerek "Abi 3 tane alsam 5 lira olur mu?" diye sordu..(1 CD 2 liraydı o zaman)
Adam bizi şöyle bir süzdü. Ardından şu lafı söyleyerek olaya son noktayı koydu:
"Olur yiğenim, Senin s..in sağolsun"
O günden sonra uzun bir süre Yazıcıoğlu Pasajı'na yaklaşmamıştık...
İşte her istediğimiz filmi, oyunu ya da albümü internetten indirme şansını bulamadığımız o dönemlerde yakın bir arkadaşım beni bir hafta sonu Yazıcıoğlu Pasajı'na sürüklemişti. O pasajdan ve ordaki esnaftan pek hoşlanmıyordum, ama "Belki sevdiğim grupların full MP3 diskografilerini bulurum" umuduyla ona eşlik etmekten kendimi alıkoyamadım..
İlk başta her şey normal görünüyordu. Yazıcıoğlu Pasajı'nın, karşısında Gold Bilgisayar bulunan kapısından içeri girdik. Bir süre giriş katındaki bir dükkanda film CD'lerine falan baktık. Sonra yanımdaki arkadaşım dönüşü olmayan yola girdi, dükkanda çalışan çocuğa utana sıkıla "Şey, erotik CD var mı sizde?" diye sordu..(Bu konuda kendisini suçlamıyorum, henüz 20'li yaşlara yeni girmiş ergenlerdik ve daha önce belirttiğim gibi istediğimiz her filmi internetten indiremiyorduk, o zamanki şartlar buna izin vermiyordu)
Bunun üzerine çocuk "Olmaz olur mu abi" diyerek bizi başka bir dükkana götüreceğini söyledi. Birlikte Yazıcıoğlu'ndan dışarı çıktık. Yan taraftaki bir pasaja girerek merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladık. Çocuk bizi soğuk, karanlık bir odanın içine soktu. Odanın içinde dışarıdan ilk bakışta fark edilmeyen bir gizli bölme vardı. Filmlerde kütüphanedeki kitabın itilerek gizli geçidin açılması gibi, çocuk duvarda bir yeri ittirdi ve içinde yüzlerce porno CD bulunan küçük bir odanın içine girdik..
Acayip bir durumdu. Odadaki birtakım adamların cinsel ihtiyaçlarını bastırmak amacıyla kendilerine kapak resimlerine bakarak film seçmelerine şahit oluyordum..
Arkadaşım CD'lerden birkaçını kenara ayırmıştı. Gelmişken almaya niyeti vardı..
Sonra bir anda içinde bulunduğumuz odanın ışıkları söndü..İçeriye bir adam girip "ELLER YUKARI, POLİS" diye bağırdı..O dönemlerde Yazıcıoğlu Pasajı sık sık baskına uğruyor, korsan CD satanlar ifadeleri alınmak üzere polis merkezine götürülüyor ve kısa bir süre sonra serbest bırakılıyordu. O an bu baskınlardan birini yaşadığımıza kanaat getirdik ve yusuf yusuf çekmeye başladık..Bu saçma yerde hiç bulunmamamız gerekiyordu ama oradaydık..Fena halde tırsmıştık..
Şakaymış (!)..İçeri girip ışıkları söndüren şakacı adam dükkan sahibiymiş..."Şaka şaka" diyip gönlümüzü alıp dışarı çıktı denyo herif. Arkasından bir ton küfür ettik haliyle...
Ama asıl hikaye bu değilmiş...
Arkadaşım resimlerinden beğendiği(!) birkaç CD'yi alıp bir an önce oradan ayrılmaya karar verdi. Tezgaha doğru yürüdük. At hırsızı tipli bir adamla karşılaştık. Arkadaşım her şeye rağmen bu işte de pazarlık payı olabileceğini düşünerek "Abi 3 tane alsam 5 lira olur mu?" diye sordu..(1 CD 2 liraydı o zaman)
Adam bizi şöyle bir süzdü. Ardından şu lafı söyleyerek olaya son noktayı koydu:
"Olur yiğenim, Senin s..in sağolsun"
O günden sonra uzun bir süre Yazıcıoğlu Pasajı'na yaklaşmamıştık...
Wednesday, March 13, 2013
Punk Okan'ı Anlamadılar..
Fotoğraf, 1985 yılına ait bir gazeteden alınmış..Haberin başlığını okuyunca hem gülümsedim hem de bu punk Okan acaba şimdi nerelerdedir, ne yer ne içer, saç stili nasıldır diye düşündüm.."Mermi manyağı yapmak" lafını litaratürümüze sokmuş olan bir Karagümrük çetesi vardı zamanında, bu olayda da onların parmağı olabilir mi..
Saturday, March 02, 2013
Katatonia & Epica (23.02.2013)
Katatonia; hem ilk iki albümlerindeki uğursuz doom/death karışımından, hem de sonradan yöneldikleri depresif metal&rock tarzından oldukça haz aldığım ancak daha önce birçok kez ülkemizi ziyaret etmiş olmasına rağmen hiç görme şansına erişemediğim bir gruptu.Geçen hafta sonu nihayet kendilerini canlı izleme fırsatını buldum ve bir kez daha ilerledikleri kulvarda hemen hemen rakipsiz olduklarına kanaat getirdim..
Maslak Venue'de yaklaşık 1500 kişinin doldurduğu salonda sahne alan grup, konseri son albümlerini tanıtım şovuna dönüştürmeyerek takdirimi topladı.Geçen sene çıkan "Dead End Kings", kanımca grubun yaptığı en iyi albümlerden biriydi.Albümdeki en sevdiğim parçalarını (Parting, Hypnone, The Racing Heart) çalarak beni mest eden grup, eskilerden de Deadhouse, Teargas, Sweet Nurse, Ghost of the Sun gibi klasikleri unutmadı, bir yandan da son dönemlerdeki hitlerinden My Twin, July, Deliberation ve The Longest Year ile seyirciyi gaza getirdi.Katatonia'nın çekirdek kadrosunda yer alan gitarist Anders "Blakkheim" Nyström ve solist Jonas Renkse, artık 40'lı yaşlara merdiven dayamış olmalarına rağmen enerji doluydular.Grubun diğer elemanları gibi (Ki bildiğim kadarıyla davulcu Daniel Liljekvist'in de yaşı az değil) hiç durmadan kafa salladılar..Bu bakımdan Katatonia'nın hala bir metal grubu olduğuna tanıklık etmek güzeldi..
Epica'ya gelince..Bir kere bu iki grubu bir araya getirmek tamamen ticari bir hareket ve hatadır..Sadece 2 parçasına dayanabildiğim ve ardından konser mekanını terk etiğim Epica için, Metal-Archives'de ve kendi bloğunda yazdığı kritikleri büyük bir keyifle takip ettiğim Amerikalı orta yaşlı bir metalci abimiz yapılabilecek en güzel yorumu yapmış:
"Epica is basically metal music for people who don't like real metal music; people who want a sampling of all its cheeses, like the girl standing outside the deli at your local supermarket with a tray of free goodies. It operates within a premise of safe ideology and good cheer, so you never have to feel guilty that it's challenging you when you listen to it in between watching your favorite programmes on the Lifetime network. If you exist in a world where Dragonforce, Nightwish and Dethklok remain supreme as the best bands you've ever discovered on Youtube, then Epica will probably tickle you in all the right places. If you exist outside that world, we should grab a beer together and let the kids have fun on their rides
"
"Epica, aslında gerçek metal müzikten hoşlanmayanlar için metal müziktir, metal müziğin bütün yumuşak taraflarından örnek toplamak isteyen insanlar içindir, mahallendeki marketin dışındaki soğuk mezecide elinde şekerlemelerle dolu bir tepsiyle duran kız gibidir.Bu; güvenli ideoloji ve iyi bir alkışla çalışan bir sistemdir, böylelikle kablolu yayında izlemeyi sevdiğin programların arasında grubu dinlediğinde (Epica'dan bahsediyor tabi ki) hiçbir zaman suçlu hissetmek zorunda kalmazsın.Eğer Dragonforce, Nightwish ve Dethklok'un Youtube'dan keşfettiğin en iyi gruplar olduğunu düşündüğün bir dünyada yaşıyorsan, o zaman Epica belki çok hoşuna gider.Eğer böyle bir dünyanın dışında yaşıyorsan birlikte bir bira içmeli ve çocukların gezintilerinden keyif almalarına izin vermeliyiz.."
Wednesday, February 20, 2013
Şeytan Bizi Tebrik Etti
Yaşanmışlıklar serisinde yayınladığım post ile alakası sebebiyle bu resmi de paylaşayım dedim..Bunlar ne kadar fuzuli insanlarmış gerçekten..Şeytanın emrini yerine getirmediği için kolunun şiştiğini iddia eden asi genç..Uzun telefon görüşmeleri yüzünden işten çıkarılan kaşlarını aldırmış satanist sekreter..Ve kedi katili balici..Anlayışı zaten kıt olan türk insanına bu ülkede metal müzik dinleyen üçbeş kişiyi sonsuza kadar kötüleme fırsatı verdiğiniz için size ne kadar teşekkür etsek azdır..
Sunday, February 17, 2013
Yaşanmışlıklar - 7 / Ali Sami Yen Hell
2003 yılında üniversitede ilk sınıfta okurken gazete ilanlarından başvurduğum bir iş ilanına olumlu cevap gelmişti. İlanı veren Efor Araştırma diye bir kamu araştırma şirketiydi ve başında İBRAHİM BOŞNAK adında Antepli esmer bir herif vardı..Adam, kelimenin tam anlamıyla kolpaydı..İşini yaptırana kadar herkesle iyi geçinir, ama iş bitip de çalışana para ödeme aşamasına gelindiğinde çoğu zaman ortadan kaybolurdu..Ödeme zamanları geldiğinde telefonlara cevap vermezdi, tesadüf eseri kendine ulaşılabildiğinde ve konu alacak meselesine geldiğinde hep "Bir yerden ödeme beklediğini" söyler, en geç bir hafta içinde parayı yatıracağına dair söz verirdi..O "bir hafta" genellikle bir, çoğu zaman da birkaç ay haline dönüşürdü..
Yine de İbrahim Boşnak'ın hayatıma hiçbir katkısı dokunmadağını söylemek haksızlık olur..Onunla çalışırken yapmaktan mega keyif aldığım bir iş vardı: Burger King'de "Gizli Müşteri" pozisyonunda çalışmak..İşin amacı gizli müşteri pozisyonunda Burger King'in İstanbul'daki şubelerini ziyaret ederek restoranları denetlemekti..Efor Araştırma, bana önceden bir Whopper Menü parası veriyordu..Ben de hem Whopper'ın lezzetini test ediyor, hem de restoranlarda uyulması gereken kuralları kontrol ediyordum (Ortam temiz mi?, Siparişim ne kadar zamanda teslim edildi?, Çalışan personelin müşteriye davranışları nasıl?, Restoranda yeteri kadar reklam ve afiş var mı? gibi) İşin en önemli tarafı ise, gizli müşteri olduğunu hiçbir şekile Burger King personeline belli etmemekti..Gizli müşteri olarak restorana girdiğinizi anlayanlara özel bir prim veriliyordu. Yani Burger King çalışanları da bir bakıma "gizli müşteri avcısı" konumundaydılar..Eğer personel tarafından kimliğim anlaşılırsa bana ödeme yapılmıyordu. (Ayıptır söylemesi hiç yakalanmadım..Ayrıca gittiğim her Burger King restoranı için 10 TL alıyordum, 2003 yılı için fena para değildi..)
Burger King, söz konusu ziyaretlerin 12:00-14:30 saatleri arasında yapılmasını ve yiyecek olarak Whopper menü seçilmesini şart koşuyordu.(Restoranların öğlen en yoğun olduğu zamanlarmış) Hatta ziyaret sonrasında alınan fişleri kontrol ediyor, sipariş saati 14:30'u geçmişse ücretini ödemiyordu..
2003'ün güzel bir ilkbahar sabahında İbrahim Boşnak'ın telefonuyla uyandım. Çok acil Mecidiyeköy civarında üç restoranda gizli müşteri araştırması yapılması gerektiğini söyledi. Kabul edersem hemen yemek ücretini hesabıma yatıracakmış...
Teklifi kabul ettim; ancak şöyle bir sorun vardı, iki buçuk saatte tek başıma 3 Whopper menü yiyemezdim..(Sanırım hiçbir insan evladı yiyemez) Bunun üzerine bir arkadaşımı aradım..."Beleş yemek yiyebileceğin bir iş var, yardımcı olmak ister misin?" diye sordum..."Hayhay" dedi..Saat 12:00 gibi Mecidiyeköy otobüs duraklarının orada buluştuk...
Telefonda patron bana sırasıyla Burger King'in Mecidiyeköy, Ihlamur ve Fulya şubelerine gitmem gerektiğini söyledi...
Mecidiyeköy'de, eski Ali Sami Yen Stadı'nın yanındaki Burger King restoranını bulmak sorun değildi..Bir Whopper Menü'yü mideye indirdim, arkadaşıma da bir sonraki menünün onun olacağı konusunda güvence verdim..
Yanlız ortada bir sorun vardı, kısa bir süre içerisinde Mecidiyeköy'den Ihlamur'a geçmemiz gerekiyordu, ve ben yolu tam olarak bilmiyordum...Burger'dan çıkıp sağa, Şişli istikametine doğru yürümeye başladık..
Rahmetli Ali Sami Yen'in eski açık tribününün önünden geçmiştik ki az ileride duran simitçi dikkatimi çekti. Adres sormak için uygun bir hedefe benziyordu...
Aklıma gideceğimiz yeri İstanbul'daki stadların yardımıyla sormak geldi. Ihlamur'daki Burger King restoranı, İnönü Stadı'na yakın bir yerde olabilirdi...
Simitçiye yaklaştım.. "Pardon, burdan İnönü Stadı'na nasıl gidebiliriz?" diye sordum...
Adam yaklaşık 15 saniye kadar yüzüme baktı...
Sonra "BURDA ALİ SAMİ YEN VAR, OLMAZ MI?" dedi..
Buna ne cevap verilebilirdi ki?
----
Mecidiyeköy'den Ihlamur'a doğru yürürken yoldan geçen adamın birine adresi sorduk. Adam bildiği kadarıyla yolu tarif etti.
Ancak dik yokuşlardan birinden aşağıya doğru ilerlerken yanlış yöne doğru gittiğimizi düşünmeye başladık..
Arkadaşa "Ben "EMİN OLMAK" için adresi şu yandaki dükkana tekrar sorucam" dedim..
İçeri girdim, "Abi burdan Ihlamur'a nasıl çıkarız?" diye sordum..
Adam yolu tarif etti..Teşekkür ettik..
Tam dükkandan çıkarken tabelada yazılmış isme gözüm takıldı.
Adres sorduğumuz iş yerinin adı "EMİN EMLAK" imiş...(İçeri girerken görmemiştim)
----
Sonrasında görevimizi başarıyla tamamlamış, 2 buçuk saat içinde adam başı 1,5 Whopper menüyü midelerimize indirmeyi başarmıştık..
Yine de İbrahim Boşnak'ın hayatıma hiçbir katkısı dokunmadağını söylemek haksızlık olur..Onunla çalışırken yapmaktan mega keyif aldığım bir iş vardı: Burger King'de "Gizli Müşteri" pozisyonunda çalışmak..İşin amacı gizli müşteri pozisyonunda Burger King'in İstanbul'daki şubelerini ziyaret ederek restoranları denetlemekti..Efor Araştırma, bana önceden bir Whopper Menü parası veriyordu..Ben de hem Whopper'ın lezzetini test ediyor, hem de restoranlarda uyulması gereken kuralları kontrol ediyordum (Ortam temiz mi?, Siparişim ne kadar zamanda teslim edildi?, Çalışan personelin müşteriye davranışları nasıl?, Restoranda yeteri kadar reklam ve afiş var mı? gibi) İşin en önemli tarafı ise, gizli müşteri olduğunu hiçbir şekile Burger King personeline belli etmemekti..Gizli müşteri olarak restorana girdiğinizi anlayanlara özel bir prim veriliyordu. Yani Burger King çalışanları da bir bakıma "gizli müşteri avcısı" konumundaydılar..Eğer personel tarafından kimliğim anlaşılırsa bana ödeme yapılmıyordu. (Ayıptır söylemesi hiç yakalanmadım..Ayrıca gittiğim her Burger King restoranı için 10 TL alıyordum, 2003 yılı için fena para değildi..)
Burger King, söz konusu ziyaretlerin 12:00-14:30 saatleri arasında yapılmasını ve yiyecek olarak Whopper menü seçilmesini şart koşuyordu.(Restoranların öğlen en yoğun olduğu zamanlarmış) Hatta ziyaret sonrasında alınan fişleri kontrol ediyor, sipariş saati 14:30'u geçmişse ücretini ödemiyordu..
2003'ün güzel bir ilkbahar sabahında İbrahim Boşnak'ın telefonuyla uyandım. Çok acil Mecidiyeköy civarında üç restoranda gizli müşteri araştırması yapılması gerektiğini söyledi. Kabul edersem hemen yemek ücretini hesabıma yatıracakmış...
Teklifi kabul ettim; ancak şöyle bir sorun vardı, iki buçuk saatte tek başıma 3 Whopper menü yiyemezdim..(Sanırım hiçbir insan evladı yiyemez) Bunun üzerine bir arkadaşımı aradım..."Beleş yemek yiyebileceğin bir iş var, yardımcı olmak ister misin?" diye sordum..."Hayhay" dedi..Saat 12:00 gibi Mecidiyeköy otobüs duraklarının orada buluştuk...
Telefonda patron bana sırasıyla Burger King'in Mecidiyeköy, Ihlamur ve Fulya şubelerine gitmem gerektiğini söyledi...
Mecidiyeköy'de, eski Ali Sami Yen Stadı'nın yanındaki Burger King restoranını bulmak sorun değildi..Bir Whopper Menü'yü mideye indirdim, arkadaşıma da bir sonraki menünün onun olacağı konusunda güvence verdim..
Yanlız ortada bir sorun vardı, kısa bir süre içerisinde Mecidiyeköy'den Ihlamur'a geçmemiz gerekiyordu, ve ben yolu tam olarak bilmiyordum...Burger'dan çıkıp sağa, Şişli istikametine doğru yürümeye başladık..
Rahmetli Ali Sami Yen'in eski açık tribününün önünden geçmiştik ki az ileride duran simitçi dikkatimi çekti. Adres sormak için uygun bir hedefe benziyordu...
Aklıma gideceğimiz yeri İstanbul'daki stadların yardımıyla sormak geldi. Ihlamur'daki Burger King restoranı, İnönü Stadı'na yakın bir yerde olabilirdi...
Simitçiye yaklaştım.. "Pardon, burdan İnönü Stadı'na nasıl gidebiliriz?" diye sordum...
Adam yaklaşık 15 saniye kadar yüzüme baktı...
Sonra "BURDA ALİ SAMİ YEN VAR, OLMAZ MI?" dedi..
Buna ne cevap verilebilirdi ki?
----
Mecidiyeköy'den Ihlamur'a doğru yürürken yoldan geçen adamın birine adresi sorduk. Adam bildiği kadarıyla yolu tarif etti.
Ancak dik yokuşlardan birinden aşağıya doğru ilerlerken yanlış yöne doğru gittiğimizi düşünmeye başladık..
Arkadaşa "Ben "EMİN OLMAK" için adresi şu yandaki dükkana tekrar sorucam" dedim..
İçeri girdim, "Abi burdan Ihlamur'a nasıl çıkarız?" diye sordum..
Adam yolu tarif etti..Teşekkür ettik..
Tam dükkandan çıkarken tabelada yazılmış isme gözüm takıldı.
Adres sorduğumuz iş yerinin adı "EMİN EMLAK" imiş...(İçeri girerken görmemiştim)
----
Sonrasında görevimizi başarıyla tamamlamış, 2 buçuk saat içinde adam başı 1,5 Whopper menüyü midelerimize indirmeyi başarmıştık..
Sunday, February 10, 2013
Yaşanmışlıklar - 6 / Moda'da Boktan İşler
Olay 1999'un sıcak bir yaz gününde Kadıköy Moda sahilinde yaşanmıştı..
O yıllarda türk metal camiası, işlenmiş olan saçma sapan bir satanist cinayeti yüzünden sıkıntılı zamanlar yaşıyordu..Uzun saçlı, küpeli, dövmeli adamlar cahil toplumumuzun hedefi haline gelmişlerdi..Metalciler, görünüşleri nedeniyle sorgusuz sualsiz göz altına alınabiliyordu..Siyah giyinenlere "Satanist" damgasının vurulduğu, "Siz kedi kesiyomuşsunuz, doğru mu?" sorularına bizzat pek çok kez maruz kaldığım zamanlardı..
O zamanlar Kadıköy tayfasına takılan İzmir'li bir eleman vardı. İzmir'de polis tarafından satanist olduğu iddiasıyla göz altına alınıp sonradan serbest bırakılmıştı. Eleman, şehir merkezinden uzakta bir mağara içinde birkaç metalci arkadaşıyla beraber yakalanmıştı. Yapılan incelemelerde takıldıkları mağarada kemiklere rastlanmıştı.Polisin "Bunlar ne kemikleri lan, adam mı öldürdünüz içerde?" sorusuna "Yok abi, tavuk yemiştik onların kemikleri onlar" cevabını vermişti..Eleman, daha sonraları metal camiasını savunmak üzere canlı yayında Savaş Ay'ın sunduğu A Takımı programına katılmıştı..Savaş Ay'la aralarında geçen şu dialog karakteri hakkında yeteri kadar bilgi veriyordu:
- Savaş Ay: "Şimdi, satanistler genellikle bakire kızları öldürüyorlarmış..Bu doğru mu?İzmir'de şeytana kurban edilen bakire kızlar var mıydı?"
- Eleman: Yok abi, İzmir'de bakire kız ne arar!"
Elemanın o zamanlar şu anda ismini hatırlayamadığım bir kız arkadaşı vardı..Kız arkadaşı, adam ona ne kadar vahşi davranırsa davranırsın her şeyi kabulleniyor, kendisini dövmesine bile sesini çıkartmıyordu..Mazoşist haller içerisindeydi..
1999'un o sıcak yaz gününde Moda'da Haldun Taner Heykeli'nin önünde deniz kenarına bakan duvar dibinde bira içiyorduk..Ortama kalabalık bir metalci tayfası hakimdi..Kızlı erkekli (erkek ağırlıklı) bir grup olarak takılıyorduk..Biraz önümüzde, denizin birkaç metre gerisindeki bölgede ağaçlık bir alan vardı.Bu alan, baş başa kalmak isteyen ergen çiftler için biçilmiş kaftan olmasının yanı sıra arpa suyu alan bünyelere su dökme yeri olarak hizmet ediyordu.
Geyik muhabbeti tam gaz devam ederken bizim eleman bir anda ayağa kalktı..Biz "Tekel'e bira almaya gidecek herhalde" diye düşünürken ağzından şu laf çıktı:
"Abi, benim bokum geldi"
Yanında oturan kız arkadaşına baktı..Birşey söylemeden önümüzdeki ağaçlık alana doğru yürümeye başladı..Yavaşça ağaçların arasında kayboldu..Baktığımızda sadece ıkınma pozisyonu almış bir adamın kafasını görüyorduk..Belden aşağısı gözükmüyordu..
Yaklaşık 5 dakika içinde işini bitirdi..Gördüğümüz kadarıyla ne su, ne de tuvalet kağıdı kullanmıştı..Tekrar yanımıza geldi..Kız arkadaşının yanına oturdu..
Kıza sarıldı..Muhabbete devam ettiler..
Bu metalcilerin bazıları da gerçekten bir acayip oluyordu...
PS: Yazıyı yazarken Jettblack'in Get Your Hands Dirty parçasını aklımdan çıkartamadım.
O yıllarda türk metal camiası, işlenmiş olan saçma sapan bir satanist cinayeti yüzünden sıkıntılı zamanlar yaşıyordu..Uzun saçlı, küpeli, dövmeli adamlar cahil toplumumuzun hedefi haline gelmişlerdi..Metalciler, görünüşleri nedeniyle sorgusuz sualsiz göz altına alınabiliyordu..Siyah giyinenlere "Satanist" damgasının vurulduğu, "Siz kedi kesiyomuşsunuz, doğru mu?" sorularına bizzat pek çok kez maruz kaldığım zamanlardı..
O zamanlar Kadıköy tayfasına takılan İzmir'li bir eleman vardı. İzmir'de polis tarafından satanist olduğu iddiasıyla göz altına alınıp sonradan serbest bırakılmıştı. Eleman, şehir merkezinden uzakta bir mağara içinde birkaç metalci arkadaşıyla beraber yakalanmıştı. Yapılan incelemelerde takıldıkları mağarada kemiklere rastlanmıştı.Polisin "Bunlar ne kemikleri lan, adam mı öldürdünüz içerde?" sorusuna "Yok abi, tavuk yemiştik onların kemikleri onlar" cevabını vermişti..Eleman, daha sonraları metal camiasını savunmak üzere canlı yayında Savaş Ay'ın sunduğu A Takımı programına katılmıştı..Savaş Ay'la aralarında geçen şu dialog karakteri hakkında yeteri kadar bilgi veriyordu:
- Savaş Ay: "Şimdi, satanistler genellikle bakire kızları öldürüyorlarmış..Bu doğru mu?İzmir'de şeytana kurban edilen bakire kızlar var mıydı?"
- Eleman: Yok abi, İzmir'de bakire kız ne arar!"
Elemanın o zamanlar şu anda ismini hatırlayamadığım bir kız arkadaşı vardı..Kız arkadaşı, adam ona ne kadar vahşi davranırsa davranırsın her şeyi kabulleniyor, kendisini dövmesine bile sesini çıkartmıyordu..Mazoşist haller içerisindeydi..
1999'un o sıcak yaz gününde Moda'da Haldun Taner Heykeli'nin önünde deniz kenarına bakan duvar dibinde bira içiyorduk..Ortama kalabalık bir metalci tayfası hakimdi..Kızlı erkekli (erkek ağırlıklı) bir grup olarak takılıyorduk..Biraz önümüzde, denizin birkaç metre gerisindeki bölgede ağaçlık bir alan vardı.Bu alan, baş başa kalmak isteyen ergen çiftler için biçilmiş kaftan olmasının yanı sıra arpa suyu alan bünyelere su dökme yeri olarak hizmet ediyordu.
Geyik muhabbeti tam gaz devam ederken bizim eleman bir anda ayağa kalktı..Biz "Tekel'e bira almaya gidecek herhalde" diye düşünürken ağzından şu laf çıktı:
"Abi, benim bokum geldi"
Yanında oturan kız arkadaşına baktı..Birşey söylemeden önümüzdeki ağaçlık alana doğru yürümeye başladı..Yavaşça ağaçların arasında kayboldu..Baktığımızda sadece ıkınma pozisyonu almış bir adamın kafasını görüyorduk..Belden aşağısı gözükmüyordu..
Yaklaşık 5 dakika içinde işini bitirdi..Gördüğümüz kadarıyla ne su, ne de tuvalet kağıdı kullanmıştı..Tekrar yanımıza geldi..Kız arkadaşının yanına oturdu..
Kıza sarıldı..Muhabbete devam ettiler..
Bu metalcilerin bazıları da gerçekten bir acayip oluyordu...
PS: Yazıyı yazarken Jettblack'in Get Your Hands Dirty parçasını aklımdan çıkartamadım.
Friday, February 01, 2013
Antimatter - Going Nowhere
Bazı şarkılar vardır, hiç de süslü püslü değillerdir, birkaç basit armoni üzerine kurulmuşlardır..
Sözleri uzun ve karmaşık değillerdir..Ama uzun olduğunu sandığımız hayatımızda yaşamış olduğumuz kısa ve belki de hatırlaması lüzumsuz derin hatıraları çağrıştırırlar ve ilk dinleyişte kolayca aklınıza kazınırlar..
Bu şarkılar, üzerinde deliler gibi çalıştığınız bir işin aslında ne kadar anlamsız olduğunu, veya kalbinizin yaşayan hiçbir canlı için kırılmaması gerektiğini anladığınızda yakanıza yapışırlar..Yanlız başınıza kaldığınız buhranlı anlarda beyninizin içinde tekrar edip dururlar..
Yaşadığınız her günün birbirinin aynısı olduğunu, günlerinizin gittikçe azaldığını ve hayatınızda yapmak isteyip de elinizde olmayan sebeplerle yapamadığınız değişikliklerin bir hayli biriktiğini fark ettiğinizde bu şarkılar daha bir anlam kazanır..
Somebody somewhere your life's going nowhere,
Somebody somewhere your heart's growing colder,
Somebody somewhere your game's nearly over,
Somebody somewhere your life...
Yaşanmışlıklar - 5 / 90'a Taktım
Amcamlar 1993 yılında Altınoluk-Balıkesir'e bağlı Fener Mahallesi'nde bir yazlık ev almışlardı.Ev, genellikle emeklilerin tercih ettiği sakin bir site içindeydi.Sitede yaz-kış oturan birkaç ailenin yanı sıra okulların kapanmasıyla beraber yıllık izinlerini geçirmek üzere yazlığa gelen orta yaşlı insanlar ikamet ediyordu.Özellikle Temmuz ve Ağustos ayları genç nüfusun sayısının arttığı zamanlardı ve bu dönemlerde site bayağı hareketleniyordu..
Özlem Sitesi'ne ilk kez 1994 yazında gelmiştim..O sene düzenlenen Amerika-94 Dünya Kupası maçlarını izlerken şu an hala görüştüğüm kadim dostlarımdan birisiyle, yani Aslan ile tanışmıştım..Sitede Aslan'ın o zamanlar yakın olduğu bir eleman vardı.(Yazının bundan sonrasında kendimce sebeplerden dolayı kendisine Zed Bobcat diyeceğim) Zed; sitenin sakin havasını her an bozabilecek, sinirli ve heyecanlı bir yapıya sahipti.Bazen sitenin marketinde satılan erotik dergileri çalıp koşarak eve kaçar ve hızlı bir şekilde yatağının altına saklardı..Bir keresinde kolasına yaptığımız maçtan sonra karşı takımdan eşleştiği adamın kendisine kolasını almaması üzerine çocuğun evini basmış ve kapısının önünden: "İLKEEER, KOLAMI VEEEEER" diye bağırmıştı..Şaşkın bir şekilde balkona çıkan site sakinlerinden yaşlı bir amcanın "Oğlum sakin ol biraz" şeklinde uyarısına da "SEN KARIŞMA AMCAAAA" diye cevap vermişti..Zed'in sağı solu belli olmazdı..Bir defasında Aslan'la sebebini hatırlamadığım bir konu yüzünden tartışmışlardı..Aslan'la deniz kenarında otururken karşıdan hızlı adımlarla geldiğini gördük."Herhalde özür dilemeye geliyor" diye düşünürken gittikçe hızlandı, koşmaya başladı, hiçbirşey söylemeden Aslan'a bir yumruk attı ve koşarak sitenin içlerinde kayboldu..Herşey birkaç saniye içerisinde olmuştu..1996 yılında siteye ikinci gelişimde aramızda bir kız meselesi yüzünden çıkan tartışmada (İddiasına göre ben onun hoşlandığı kızın bir arkadaşıyla çıkıp kendisinden ayrılınca hoşlandığı kız ondan soğumuş) bana yerden topladığı taşları fırlatmıştı, üstelik tam da İstanbul'a döneceğim gece..Allahtan attıklarının hepsi karavanaydı..
Zed Bobcat'in futbolu da bir acayipti..Yazlığa her sene "Bu sene kendimi çok geliştirdim" diyerek gelir, maçlarda sürekli ilerde beleş bekler, pas verdiğinde en basit golleri bile kaçırır, pas vermediğinde de "Niye bana vermedin de kendin vurdun?" diye iki saat insanın başının etini yerdi..
Bu anlatacağım olay 1997 yılında yaşanmıştı..Sakin bir yaz gecesinde Ben, Aslan ve Zed gezintiye çıkmıştık.Siteden çıkıp Fener Mahallesi'ne doğru yürümeye başladık..Mahalleden bazı arkadaşlarla buluşup kumsalda bira içmek niyetindeydik..
Siteden Fener Mahallesi'ne giden iki yol vardı.Birincisi deniz kenarından giden yol, diğeri de etrafında meyve ağaçlarının bulunduğu toprak yoldu.O akşam "Biraz meyve toplarız" diye ikinci yolu seçtik..(Keşke diğerini seçseymişiz).Armut ağaçlarına dalıp üst dallarda kalan armutlardan topladık ve yolda yürürken yemeye başladık..
Zed, hepimizden fazla armut toplamıştı.Durmadan yiyiyordu..Derken o adeta zamanın durduğu dumur anı yaşandı..
Yol kenarındaki yazlık evlerin birinin önünden geçiyorduk..Evin ışıkları açıktı.Zed bize hiçbirşey söylemeden bir anda yediği armutun çöpünü evin bir odasının camına doğru fırlattı..Armut çöpü gitti, tam camın üst bölümündeki iki kenarının birleştiği noktadan içeri girdi, ardından cam şangırrtt diye aşağıya indi..
Aslan'la şaşkınlık içinde birbirimize bakakaldık..Bir süre olan biteni anlamaya çalıştık..İnsan durup dururken neden böyle birşey yapardı?Bizi kendimize getiren, evin balkonunun ışığının yanması ve içerden bir adamın çıktığını görmemiz oldu.Tabanları yağladık ve son sürat kaçmaya başladık..Koşu esnasında Aslan Zed'e küfürler yağdırırken Zed'in yüksek sesle şu şekilde bağırdığını duyduk:
"HIAAAAAHH 90'A TAKTIM!!!"
Özlem Sitesi'ne ilk kez 1994 yazında gelmiştim..O sene düzenlenen Amerika-94 Dünya Kupası maçlarını izlerken şu an hala görüştüğüm kadim dostlarımdan birisiyle, yani Aslan ile tanışmıştım..Sitede Aslan'ın o zamanlar yakın olduğu bir eleman vardı.(Yazının bundan sonrasında kendimce sebeplerden dolayı kendisine Zed Bobcat diyeceğim) Zed; sitenin sakin havasını her an bozabilecek, sinirli ve heyecanlı bir yapıya sahipti.Bazen sitenin marketinde satılan erotik dergileri çalıp koşarak eve kaçar ve hızlı bir şekilde yatağının altına saklardı..Bir keresinde kolasına yaptığımız maçtan sonra karşı takımdan eşleştiği adamın kendisine kolasını almaması üzerine çocuğun evini basmış ve kapısının önünden: "İLKEEER, KOLAMI VEEEEER" diye bağırmıştı..Şaşkın bir şekilde balkona çıkan site sakinlerinden yaşlı bir amcanın "Oğlum sakin ol biraz" şeklinde uyarısına da "SEN KARIŞMA AMCAAAA" diye cevap vermişti..Zed'in sağı solu belli olmazdı..Bir defasında Aslan'la sebebini hatırlamadığım bir konu yüzünden tartışmışlardı..Aslan'la deniz kenarında otururken karşıdan hızlı adımlarla geldiğini gördük."Herhalde özür dilemeye geliyor" diye düşünürken gittikçe hızlandı, koşmaya başladı, hiçbirşey söylemeden Aslan'a bir yumruk attı ve koşarak sitenin içlerinde kayboldu..Herşey birkaç saniye içerisinde olmuştu..1996 yılında siteye ikinci gelişimde aramızda bir kız meselesi yüzünden çıkan tartışmada (İddiasına göre ben onun hoşlandığı kızın bir arkadaşıyla çıkıp kendisinden ayrılınca hoşlandığı kız ondan soğumuş) bana yerden topladığı taşları fırlatmıştı, üstelik tam da İstanbul'a döneceğim gece..Allahtan attıklarının hepsi karavanaydı..
Zed Bobcat'in futbolu da bir acayipti..Yazlığa her sene "Bu sene kendimi çok geliştirdim" diyerek gelir, maçlarda sürekli ilerde beleş bekler, pas verdiğinde en basit golleri bile kaçırır, pas vermediğinde de "Niye bana vermedin de kendin vurdun?" diye iki saat insanın başının etini yerdi..
Bu anlatacağım olay 1997 yılında yaşanmıştı..Sakin bir yaz gecesinde Ben, Aslan ve Zed gezintiye çıkmıştık.Siteden çıkıp Fener Mahallesi'ne doğru yürümeye başladık..Mahalleden bazı arkadaşlarla buluşup kumsalda bira içmek niyetindeydik..
Siteden Fener Mahallesi'ne giden iki yol vardı.Birincisi deniz kenarından giden yol, diğeri de etrafında meyve ağaçlarının bulunduğu toprak yoldu.O akşam "Biraz meyve toplarız" diye ikinci yolu seçtik..(Keşke diğerini seçseymişiz).Armut ağaçlarına dalıp üst dallarda kalan armutlardan topladık ve yolda yürürken yemeye başladık..
Zed, hepimizden fazla armut toplamıştı.Durmadan yiyiyordu..Derken o adeta zamanın durduğu dumur anı yaşandı..
Yol kenarındaki yazlık evlerin birinin önünden geçiyorduk..Evin ışıkları açıktı.Zed bize hiçbirşey söylemeden bir anda yediği armutun çöpünü evin bir odasının camına doğru fırlattı..Armut çöpü gitti, tam camın üst bölümündeki iki kenarının birleştiği noktadan içeri girdi, ardından cam şangırrtt diye aşağıya indi..
Aslan'la şaşkınlık içinde birbirimize bakakaldık..Bir süre olan biteni anlamaya çalıştık..İnsan durup dururken neden böyle birşey yapardı?Bizi kendimize getiren, evin balkonunun ışığının yanması ve içerden bir adamın çıktığını görmemiz oldu.Tabanları yağladık ve son sürat kaçmaya başladık..Koşu esnasında Aslan Zed'e küfürler yağdırırken Zed'in yüksek sesle şu şekilde bağırdığını duyduk:
"HIAAAAAHH 90'A TAKTIM!!!"
Wednesday, January 30, 2013
Abraham Maslow ve Kendini Gerçekleştirmiş İnsan
Üniversitede gördüğüm Psikoloji derslerinin tamamının zevkli geçtiğini söyleyemem ancak Amerikalı psikolog Abraham Maslow'un insan ihtiyaçlarını fizyolojik gereksinimler, güvenlik gereksinimi, ait olma gereksinimi, saygınlık gereksinimi ve kendini gerçekleştirme gereksinimi başlıklarıyla kategorize ettiği teorisi oldukça ilgimi çekmişti.Bütün bu kategoriler kendi içine alt kategorilere ayrılıyordu.Örneğin fizyolojik gereksinimler; nefes alma, beslenme, cinsellik, uyku gibi başlıklara ayrılırken arkadaşlık, aile ve cinsel yakınlık da insanın ait olma gereksinimini karşılayan unsurlardı.Maslow'a göre birey, bir kategorideki ihtiyaçlarını tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla kişiliğini geliştirme düzeyine geçemezdi.
Geçen gün evde üniversitedeki ders notlarını incelerken Maslow'un teorisindeki son aşama olan kendini gerçekleştirme gereksinimi üzerinde yazılan bir makaleye odaklandım.(Sanırım Psikoloji sınavlarından birinde soru olarak sorulmuştu bu) Hafızamı tazeledim, Maslow'un kendini gerçekleştirmiş bir kişide gördüğü şu özellikleri tekrar hatırladım ve bende bulunmayanlar için hayıflandım..
Kendini Gerçekleştirmiş Bir İnsan:
- Gerçeğin bilinebilecek yönlerini doğru olarak algılar
- Bilinemeyecek olanların bilinemeyeceğini doğru olarak algılar
- Gerçeği olduğu gibi kabul eder
- Kendini olduğu gibi kabul eder
- Başkalarını olduğu gibi kabul eder
- Yaşamın getirdiği olayları tam anlamıyla yaşayarak tadını çıkarma eğilimindedir
- Kendiliğinden hareket eder
- Yaratıcı bir biçimde davranabilir
- Kendine ve yaşama gülebilir
- İnsanlığa değer verir ve onun sorunlarını ciddiye alır
- Son derece yakın ve derin birkaç dostu vardır
- Gerektiğinde çok çalışır ve sorumluluğunun farkındadır
- Dürüsttür
- Savunucu değildir
Sunday, January 27, 2013
The Usual Suspects (1995)
Bryan Singer'in yönetmenliğini yaptığı; Kevin Spacey, Stephen Baldwin, Gabriel Byrne, Benicio Del Toro, Kevin Pollak ve Chazz Palminteri'nin baş rolleri paylaştığı The Usual Suspects, her biri farklı alanlarda uzmanlaşmış, suç sosyası kabarık, sıradan gibi görünen 5 şüphelinin sıradışı hikayesidir.
Filmin başında bir geminin havaya uçurulduğunu, tek bir adam dışında içindeki herkesin ölmüş olduğunu görürüz.Ortadaki gizemi çözebilecek tek anahtar hayatta kalan adamın çarpık ve zor anlaşılır hikayesi olacaktır.Macera, olayla bağlantısı olduğu sanılan beş suçlunun polis sorgusuna alınmasıyla başlar ve neyin gerçek neyin kurgu olduğunun çok zor anlaşıldığı baş döndürücü ve insanı hayretler içinde bırakan bir akış içinde devam eder.
The Usual Suspects'i en iyi anlatan ifadeler "Gerçek her zaman en son baktığın yerdedir" ve "Hiçbir şeyin olduğu gibi gözükmediği bir dünyada daha öteye bakman gerekir" cümleleridir.(İkisi de filmin afişlerinde kullanılmıştır) Filmde gerçekler o kadar dolaylı yoldan ve ironik biçimde anlatılmıştır ki, o zamana kadar hiç kimse tarafından görülmemiş olan, hatta bir şehir efsanesi olduğu havası yaratılan kötü adam Kayzer Soze'nin kim olduğunu asla tahmin edemezsiniz..Aslında film boyunca ortada bir Kayzer Soze lafı dolaşır ancak çoğu yerde kendisinden çeşitli imgeler aracılığı ile bahsedildiği için gerçekte öyle birinin var olduğundan ya da senaryonun tamamen düzmece olup olmadığından emin olamazsınız.Hatta filmin sonunda Kayser Soze'nin kimliği ortaya çıktığında şok geçirip "Nasıl böyle oldu?" diye düşünüp durursunuz..
The Usual Suspects; her izlendiğinde farklı detaylar yakalanabilecek, içinde geçen hemen hemen her dialoğun arkasında gizli birşeyler olduğu şüphesi uyandıran ve insanı merak içinde bırakan bir kara film başyapıtıdır.Senaryo ve oyunculuk anlamında kusursuzdur.Kevin Spacey, belki de kariyerinin en başarılı oyunculuğunu sergilemiştir.Ayrıca Kayser Soze'nin kim olduğunu öğrendiğini sanan kendine güveni sonsuz özel ajan Dave Kujan'ın (Chazz Palminteri) filmin sonundaki şaşkın halini özellikle izlemek gerekir..
Filmin en vurucu repliği ise "Şeytanın en büyük hilesi, dünyayı var olmadığına ikna etmesidir" cümlesidir.Adeta filmin kısa bir özeti gibidir..
Subscribe to:
Posts (Atom)